Türkiye rejimi, bir provokasyonlar rejimidir, aynı zamanda. Oysa
egemenler güçlüdür, provokasyonlara yani rejimin kendi hukuku ve
kuralları içinde yer almayan icraatlara ihtiyaç duymamaları lazım,
değil mi? Yürütme, yargı ve zaman zaman sıkıntı çekseler de yasama
ellerindedir. Ordu, polis, devlet kurumları ellerindedir. Görsel,
basılı yayın kontrollerindedir. Hatta siyasi partiler aracılığıyla
ülkenin en ufak yerleşim birimine kadar örgütlülerdir. Ancak
(özellikle) toplumsal rızayı oluşturmakta hep
bıçak sırtında hissetmiştir kendini bu ülkenin egemenleri.
Siyasi iktidarın sürekliliği (hegemonya)(1);
egemen sınıfın kendi sınıf çıkarını toplumun tamamının çıkarı gibi
gösterebilme yeteneği ve elbette sahip olduğu devletin zorunu
kullanması ile sağlanır. Bunlar da bir takım kurallara
bağlanmıştır; genel ve yerel seçimler, anayasa, ceza yasaları,
kolluğun vazife ve selahiyet yönetmelikleri v.s. Ancak egemen
sınıf(lar)ın zayıflığı, bazı durumlarda egemen sınıflar arası
uyumsuzluklar, hatta bazı durumlarda siyasal muhalefetin güçlülüğü,
bu kuralların “dışına çıkmayı” gerektirir. İşte bu tür durumlarda
“anomali”ye başvurulur, yani provokasyonlara. Bunun için de
kontr-gerilla ve onun aparatları gerekir. Göstermelik hukukun
yetmediği yer, kontr-gerillanın başladığı yerdir.
Esas amaç elbette toplumsal rızanın bir şekilde
“yeniden” sağlanmasıdır; korkutarak, sessiz kılarak,
tepkisizleştirerek, uyumlu hale getirerek, alıştırarak, hatta bir
bölümünü yok ederek ama sonunda çoğunluğu “ikna ederek”…
O yüzden ülke tarihi aynı zamanda darbeler, bombalamalar,
katliamlar, siyasi cinayetler, faili meçhuller, kayıplar
tarihidir.
SEÇİMİ ALAN HER ŞEYİ ALIR
Son 20-25 yılda yani AKP döneminde “bazı şeyler” değişti. Her
şeyden önemlisi seçimler, daha doğrusu seçim kazanmak, toplumsal
rıza oluşturmanın ana belirleyeni oldu. Toplumun rızasını “alan” da
egemenler arasındaki açık/gizli, legal/illegal güç ilişkilerini
yeniden dizayn etme hakkı kazandı. Kontr-gerilla dağıtılmadı ama
“eskilerden” arındırıldı, ülke içindeki merkezi değiştirildi, daha
homojen ve “yeni amaç”a daha uygun hareket edebilir hale
getirildi.
Seçim(ler) ile kazanılan güç, seçim(ler)i yeniden ve yeniden
kazanmak için kullanılan güç oldu.
22 yıllık AKP döneminde 18 seçim(2) yaşadı
ülkemiz. AKP hepsinden 1.parti olarak çıktı. Ama her seçim öncesi
bir takım “anomali”ler, daha doğrusu provokasyonlar yaşamak
normalleşti. Toplumsal rıza, bir başka ifade ile meşruiyet, seçim
ile sağlanıyordu ama seçimler (öncesi ve anıyla), meşru yol ve
yöntemler kullanılarak yapılmıyordu.
Kullanılan yol ve yöntemler, eskisine göre çok büyük
farklılıklar ve zenginlikler de içermekte. İlk akla gelen, 2015’te
yapılan iki seçim dönemi kuşkusuz. Hatırlanacak olursa Haziran
seçiminde AKP, tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edememişti
ve seçim Kasım’da yenilendi. Ama bu dönem ne hikmetse 3 tane
bombalı katliam gerçekleştirildi. İlki 5 Haziran’da HDP’nin
Diyarbakır’da düzenlediği mitinge yönelik bombalı saldırı idi, 5
kişi öldü, İŞİD üstlendi. Amaç belli ki Haziran seçimini
etkilemekti ancak başarılı olunamadı. Kasım seçimi arifesinde ise
önce 20 Temmuz’da Suruç’ta 33 kişi ardından 10 Ekim’de Ankara’da
104 kişi bombalı saldırılarda katledildi. (Suruç saldırısından 2
gün sonra, 22 Temmuz'da ise Şanlurfa'nın Ceylanpınar ilçesinde iki
polisin evlerinde başından vurularak öldürüldüğünü de eklemek gerek
ki bu cinayet de hala faili meçhul). Sonuç; Haziran’da elde
edilemeyen toplumsal rıza, Kasım’da elde
edildi.
Seçim kazanmak amaç, yollar muhtelifti. Ve en çok işe
yarayanlardan biri de hiç kuşkusuz sandıkta yapılan “hile”ler oldu.
Yine hatırlanacaktır, hani bir zamanlar iktidarın paylaşıldığı
Fethullah Gülen’in
“ölüleri mezarlarından kaldırıp oy kullandırın”
talimatını. Ya da yüzde 100 katılımın olduğu ve yüzde 100 AKP’ye
çıkan sandıkları. YSK, hep etkili bir aparat oldu.
Seçim dönemleri genellikle öncesinden “planlanıyor”, yollar
muhtelif. Örneğin; geçen yıl yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde
Sinan Oğan’a biçilen misyon, verilen görev gibi. (12 milyonluk
arabanın lafı mı olurdu, yüzde 1-2’nin yanında)
İstenilen seçim sonucu elde edilemediğinde de yollar muhtelif.
Örneğin; İstanbul Belediye Başkanlığı seçimi kaybedildiğinde,
YSK’yı devreye sokup seçim rahatlıkla yeniden yaptırılabiliyor. Ya
da seçilmişler görevden alınıp kayyuma devredilebiliyor.
BU SEÇİMDE BİR ŞEY OLMAZ, DEĞİL Mİ?
Şimdi önümüzde yeni bir seçim var; yerel yönetimler
belirlenecek, özellikle de İstanbul. Bu sefer de
rızamızı sağlayacak yeni bir “sürpriz” yapar mı
birileri?!
Aslında “ilginç” bir altyapı oluştu, oluşturuldu.
28 Ocak'ta İstanbul’da Santa Maria Kilisesi’ne silahlı saldırı
düzenlendi. "Saldırı kabusu 6 yıl sonra Türkiye’ye geri döndü"
ifadelerinin yer aldığı İtalyan La Stampa gazetesi, "Yerel seçimler
dikkate alındığında güvenlik konusu yeniden merkezi hale gelebilir"
diyordu. Hatta Devlet Bahçeli “Gelişmeleri dikkat, tedbir ve
temkinle kavramalı ve takip etmeliyiz. Bilhassa 31 Mart seçimlerine
kadar provokasyon ortamını canlı tutmayı ve ülkemizin sinir
uçlarıyla oynamayı planlayan karanlık ellere azami şekilde uyanık
olmalıyız” uyarısı yapıyordu.
6 Şubat’ta İstanbul’da Çağlayan Adliyesi’ne eylem yapmaya gelen
iki militan, polisin GBT uygulamasına takılıp silahlı çatışmaya
girdi. Bu iki kişiyle birlikte sivil bir vatandaş da hayatını
kaybetti. Polis ülke çapında geniş bir operasyon düzenledi ve
100’ün üzerinde insan gözaltına alındı, birçoğu tutuklandı.
10 Şubat’ta İstanbul’da AKP'nin Küçükçekmece Belediye Başkanı
adayı Aziz Yeniay'ın seçim çalışması yaptığı sırada uzun namlulu
silahlarla saldırı düzenlendi.
17 Şubat İstanbul Pendik'te, kaymakamlık lojmanı önündeki polis
noktasına silahlı saldırı düzenlendi.
Ve 28 Şubat’ta Erdoğan, ülkeyi yeniden darbe iklimine sokmak
isteyenler olduğunu öne sürdü. "Bugün de milletimizi
yılgınlığa sürükleyerek, ülkemizi yeniden darbe iklimine sokmayla
yanıp tutuşanlar olduğunu biliyoruz. Sağda solda
kendi kendilerine gelin güvey olan varsa, Aydın'dan hepsini ikaz
ediyorum" diyordu.
Elbette bunların birbiriyle ilişkili olduğunu, tek bir merkezden
yönlendirildiğini iddia etmek hem fazlasıyla komploculuk olur hem
de “doğru” olmaz. Ancak seçim ortamının getirdiği klasik
gerginliğe, sonuçlarını “güçlü” olanın belirleyebileceği yeni
“plan”ların yapılmasına olanak sağlar. Bu noktada amaç da felaket
tellallığı yapmak ya da korku iklimine katkıda bulunmak asla
değildir, olmamalıdır da.
Var olan egemenlik ilişkilerinin kurulmasında ve yeniden
üretilmesinde seçime (sandığa) atfedilen önem, her türden yol ve
yöntemi “zorunlu” kılıyor. Cumhurbaşkanlığını, meclis çoğunluğunu
ele geçirmiş bir AKP iktidarı için, özellikle de 4 yıl daha seçim
olmayacağı öngörüldüğünde, kendisini meşruluk krizine sokabilecek
tek risk İstanbul olabilir.(3) Bunu da “oyunun
kendi kuralları” ile engelleyebildiği ölçüde “ekstra” bir şey
yapmasına gerek kalmaz.(4) (Belki de İstanbul
ceptedir!) Ya oyunun kendi kuralları ile engellenemiyorsa??
Ancak unutulmamalıdır ki her provokasyon amaçlanan başarıyı elde
edemez, hatta başarısızlığı garanti de edebilir. 10 Ekim Katliamı,
Kasım seçimlerini belirlemiştir ancak Diyarbakır mitingine yapılan
saldırı, Haziran seçimlerini belirleyemedi.(5)
Sinan Oğan tezgahı cumhurbaşkanlığı seçiminde başat rol oynadı ama
YSK’ya İstanbul seçimini tekrarlattırmak oy farkını
katladı.(6)
Kısacası provokasyonlar ya da düzen içi ifade ile “düzen dışı
hareketler” engellenemeyebilir ancak bunlara karşı
verilecek/verilmeyecek yanıtlar yenilgiyi ya da yengiyi
perçinler…(7)
NOTLAR:
(1) Hegemonya demişken Gramsci’yi anmamak
olmaz…
(2) 7 genel, 5 yerel, 3 referandum, 3
cumhurbaşkanlığı seçimi.
(3) Aslında İmamoğlu, beş yıl boyunca
Ankara’daki iktidarı zora sokacak herhangi bir “iş” yapmamaya çok
özen gösterdi. Ne kendisinden önceki AKP’nin İstanbul
yöneticilerini mahkeme kapılarında süründürüp siyasi kriz çıkarmaya
çalıştı ne de Ankara-İstanbul arasında ikili iktidar ilişkisi
oluşturmaya çalıştı. Hep uyumu, hukuku arar oldu, taksi sorununda
bile…
(4) Belki sadece Yeniden Refah’a son dakikada
takla attırtmak yeterli olur!
(5) Bu iki örneğin kıyaslaması; toplumsal
muhalefetin özneleri tarafından “örgütlülük ve siyasi önderlik
dersi” olarak ele alınmalı.
(6) Erdoğan, bu sonucu öngörebilseydi seçimi
tekrarlatmazdı herhalde. Oy farkı 13 binden 806 bine çıktı. Ve bu
sonuç İmamoğlu’nu gayrimeşru olduğu iddiasını imkansız kıldı, oysa
13 bini kabul etse…
(7) Aman sakın ha, bu ifadeden
İmamoğlu’nun desteklenmesi gerektiği, sonucu çıkarılmasın!