Erdoğan hükümetler bazında sürdürüyormuş gibi göründüğü dış
siyasetinin pratiğini kimlerle yürütüyor? Muhalif olarak
nitelendirdiği ama aslında cihatçı olduklarını kendisinin de çok
iyi bildiği militanlar ve her seferinde insani amaçlar ile
Türkiye’de barındırdığını söylediği ancak koz olarak kullanmaktan
çekinmediği mülteciler ile... Doğu Akdeniz için kullandığı “Sizi
engellerim” söylemini de eklemek lazım.
Suriye’de durum malum. Yıllardır yaşanan süreçte Suriye yönetimi
ve Kürtler ile yapılan kavgada saha ve masa hakimiyetini her
seferinde yeniden modifiye edilen örgütler ile sağlamaya çalışıyor,
mültecileri de bu kavganın parçası olarak kullanıyor.
Türkiye’yi her adımda biraz daha yalnızlaştıran ve boşluğa
düşüren aynı siyaset şimdi Libya’da da sergileniyor. Suriye’den
nakledilen cihatçıların Avrupa’ya kaçmayı düşünenlerinden kalanlar
ile Libya siyasetinin pratik ayağı yürütülmeye çalışılıyor. Bu da
yetmiyor Erdoğan “Hafter Trablus’u alırsa kıtaya mülteci akını
başlar” tehdidiyle Avrupa’nın desteğini almaya çalışıyor. Oysa
Avrupa açısından bakıldığında bizatihi kendisinin gönderdiği
cihatçılar da tehlike olarak görülüyor.
Örgütleri kullanmak, cihatçılara sarılmak, mülteciler ile
başkalarını korkutmak etkili bir dış politika üslubu mu?
Erdoğan Berlin masasında hangi argümanlar ile ülkesinin
politikasını savundu?
Libya’da istikrar mı? Katılımcılar Libya’daki petrol ve Doğu
Akdeniz’deki gazı ya da bunun naklini düşünürken Libya içindeki
istikrar kimin umurunda?
Libya’da barış mı? Türkiye’nin aksine Berlin’deki diğer
katılımcılar barışı Hafter’in elimine edilmesinde değil iki tarafın
(Sarrac ve Hafter) yetki ve sorumlulukların paylaşımı temelinde
istiyor. Türkiye ve masada olmayan Katar dışında kimse Hafter’i
kendisine rakip ya da düşman olarak görmüyor ki.
Yine aynı şekilde Hafter’in yapacağı bir anlaşma diğer
katılımcıları olumsuz etkileyecek bir anlaşma değil, aksine zaten
daha önceden pastadan kapmış oldukları payların korunması açısından
faydalı bile olabilir.
Hafter açısından bakıldığında ise iki başlık var: Petrol
gelirlerinin paylaşılması ve Libya Ulusal Ordusu’nun bütün taraf
devletlerce kabul edilerek ve resmi olarak Libya’nın ordusu haline
gelmesi.
Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) yetkilerini ve petrol
gelirlerini paylaşmaya yanaşır mı bunu zaman gösterecek, ancak UMH
böyle bir anlaşmaya razı olmaya niyetlense bile önünde Türkiye
engeli var. Nasıl ki Türkiye sadece UMH ile anlaşarak tek taraflı
bir angajmana girdiyse Türkiye ile anlaşan UMH de aslında diğer
devletler nezdinde olmasının yanı sıra Libya içinde de kendi
manevra alanını sınırlamış oldu.
Bu nedenlerle anlaşmanın sağlanması kolay olmayacak. Ancak
Sarrac bir şekilde ikna edilir ve anlaşma sağlanırsa Mısır, Fransa,
BAE ve toplantıya katılmayan Suudi Arabistan istediklerini elde
etmiş olarak Sarrac’a sessiz kalabilirler. Böyle bir anlaşmanın
Türkiye’nin gönderdiği cihatçıların Libya’dan çıkması ile
sonuçlanacağına kesin gözüyle bakılabilir, “cihat airways” bu kez
cihatçıları geldikleri yere geri götürmek durumunda kalabilir.
Bir şey daha: Erdoğan Libya’da barıştan söz ediyor ancak
siyaseti diğerlerine (gaz ile ilgili ülkelere) adım attırmama
üzerine de kurulu. “Sizin anlaşmalarınızı benim bozma ya da
uygulanmasını engelleme gücüm var” diyor yani. Bu söylem ve pratik
de bir süre sonra ilgili ülkeler nezdinde “alınganlık
yaratabilir.”
Anlaşılan o ki cihatçı, mülteci ve engelleme tehdidi siyaseti
Berlin’de kimseyi ikna edemedi. Erdoğan’ın Cenevre toplantısına
kadar yeni bir şeyler bulabilecek mi acaba?
Çünkü mesele cihatçılar ya da mülteciler değil, Hafter ve
Sarrac’dan ibaret hiç değil.