İki yıl önce bugündü. Ankara’nın yarı resmi ve tam kasvetli
bulvarlarında cıvıl cıvıl, rengarenk ve “gencecik” bir neşe
dolanıyordu. Birbirimize sarılıyorduk olur olmaz. Şimdiyse o
cıvıltılar, türünün son örneği bir kuşun ardında bıraktığı bir ses
izi kadar uzak geliyor kulağa. Vayyy be! Umudumuzu kadük etmelerine
nasıl da alışıverdik. Biraz mutlu olursa başına bir musibet gelecek
diye yaşadığı sevinçten tasarruf etmesi öğütlenmiş bir milletin
evlatlarıyız ne de olsa... Sevinçten tasarruf! Neyse kendimize
sardırmayalım yine. “Kendimizin” ne suçu var. Sevinçlerimizi yün
gibi kırpıp kirli rüyalarına yastık yapanlar utansın.
Herkes 7 Haziran diyor da 8 Haziran’da da hiç unutulmaması
gereken bir tam günlük mutluluk var oysa. Bu ülkenin düze çıkma
ihtimali hiçbir zaman o kadar berrak olmamıştı. Az daha ya, az daha
olacaktı... Düze çıkılacaktı. Olmadı işte. Yüreklerimizi kamaştıran
o berrak ihtimali çaldılar bizden. Barış ihtimalini...
Oysa o gün, siyasetin düz zeminini yurttaşın ayağının altından
çekip alan her şeyin yıkılan barajın altında kaldığını
zannetmiştik. 8 Haziran akşamı Ankara Sakarya Meydanı’nda barajın
yıkılışını kutlarken, ömrümüzün geri kalanına yetecek bir umudu bu
kez tam ensesinden yakalamış gibiydik. Yıkılan barajın dünyayı da
başımıza yıkacağını aklımızın ucundan geçirmemiz için hiçbir neden
yoktu.
İşler bulunduğumuz noktaya öyle kolay varmadı tabii. Mart
2014’teki yerel seçimlerden bu yana, üç yıl üç ay gibi kısa
bir süreye, yurtta ve cihanda yaptığımız dört seçim ve bir
referandum sığdırdık. Yaptığımız seçimlerle Viyana kapılarına
dayandık.
Seçimler demişken, Michael Mann’ın faşist örgütlenmelerin
kitlesel siyasi elektoralizmle (seçimcilik) hemhal oluşlarına dair
tespiti geldi aklıma da şimdilik geldiği gibi geri gönderdim. Yerim
dar çünkü.
Ne demiştik? Bu kadar seçimi yaptık yapmasına ama seçimlerin
hakiki sonuçlarına ilişkin kaygı ve şüpheler de bir seçimden
diğerine kartopu gibi yuvarlanarak büyüdü. Bununla da kalmadı.
Şüphelere rağmen kesinleşen sonuçlara da tahammül gösterilmedi.
Seçilmiş birçok belediyeye kayyum atandı. 7 Haziran seçim sonuçları
yok sayıldı. 1 Kasım seçimlerinden sonra Meclis’e giren birçok
vekilin dokunulmazlığı kaldırıldı ve cezaevlerine kapatıldılar. 16
Nisan referandumunda daha oyların sayımı başlamamışken, kanuna
açıkça aykırı bir biçimde mühürsüz oy pusulaları ve zarflarının
geçerli sayılacağı açıklandı. Günün sonunda da milyonlarca mühürsüz
oyun geçerli sayıldığı görüldü. Seçimlerin tamamının öncesindeki
olağanüstü eşitsiz kampanya ve propaganda koşullarında, farklı
muhalefetlerin üyelerine istisnasız biçimde “hain” dendi,
“terörist” dendi. Her şey söylendi.
Böyleyken böyle gitti seçimler. İnsanın aklına durup dururken şu
soru gelmesin miydi o halde? Oyun mu oynuyorsun? Hainlerle,
teröristlerle niye seçime, referanduma filan gidip duruyorsun?
Niçin ha, niçin? Sevgili abim bir zamanlar “Diyarbakır’da
‘niçin’ sözcüğünü kullanan tek insan” diye takılırdı bir
arkadaşına. Meğer Diyarbakır’da kimse niçin sözcüğünü kullanmazmış.
Aslında bu Diyarbakır’la sınırlı bir alışkanlık olmayabilir diye
düşünmüştüm sonra. Neden diye soruyoruz, nasıl diye soruyoruz ama
“niçin” diye sormuyoruz pek? O “ni” sesi bize biraz yabancı.
Sonundaki “çin” sesi de kulağımızda biraz Çin Çin gibi çınlıyor.
Çekik gözlü bir yabancı sözcükle ne işimiz olur?
Sadede gelelim. Niçin diye soramadık hiç...
AKP iktidarları döneminde medya alanındaki temsiller, geçtiğimiz
günlerde Duvar’da sözünü ettiğim gibi ne kadar hakkaniyetsiz bir
biçimde sürdürülüyor, manipüle ediliyor ve baskılanıyorsa, siyasal
alanda da temsil o kadar hakkaniyetsiz seçim zeminlerine
oturtuluyor ve bir daha da belini doğrultamıyor.
O halde yapılacak olan şey ne? Bu açmazın bir açarı olmayacak
mı? Birçok yerde dile getirildiği gibi muhalefetlerin kendini
terbiye etmesinden ve birbirinden güç almasından başka yol yok.
CHP’nin kendi tabanının önyargılarıyla, fobileriyle, kırmızı
çizgileriyle hesaplaşması gerekiyor. Referandumda yüzde 60 oranında
Hayır demiş Kürtlerden, AKP’ye kayan ve muhtemelen zaten vaktiyle
oradan gelmiş 300 bin oyun hesabı sorulabiliyorsa, bu da
yapılmalıdır. Kürt seçmenin oy verme davranışının önemi açık seçik
biçimde kabul görüyorsa, Kürtlerin siyaset alanındaki varlığının
teminatı olan HDP’ye yapılanlara da aktif ya da pasif biçimde
destek olmaya son verilmesi şarttır. Dokunulmazlıkların
kaldırılmasına destek olmakla yapılan vahim hatayla yüzleşilmeli,
bunun hata olduğu açıklanmalı ve başta Selahattin Demirtaş olmak
üzere, HDP’li vekiller cezaevinde ziyaret edilmelidir.
Bunlar kutuplaşmaları ve kırmızı çizgileri aşarak güçlenme
stratejileri adına ilk elden yapılması gerekli olan şeylerdir.
HDP’nin de 7 Haziran’da kazanılan büyük başarıdan sonra, siyaset
alanına sahip çıkma konusunda –bütün baskı ve saldırıları paranteze
alarak- neden yeterince dirayetli davranılamadığını sorgulaması
gerekir. Siyasette kazanılan mevzilere neden daha büyük bir inat ve
güvenle sahip çıkılmadığının eleştirisinin daha etraflı bir biçimde
gerçekleştirilmesi lazım.
Seçimlerden zaten bir sonuç alamıyorsak bütün bunlar ne işimize
yarayacak diye sorulabilir kuşkusuz. Yapılması gereken diğer şey de
bütün umudu siyasi partilere ve seçimlere bağlamaktan vazgeçmek
olabilir belki.
Alain Touraine güçlü bir demokrasi için siyasi partilerin
kendilerini bir toplum modelinin taşıyıcısı olarak görmek yerine,
siyasal tercihleri oluşturan basit bir aygıt olarak görmeleri
gerektiğini belirtir. Yurttaşların talebi de baskısı da bu yönde
olmalıdır bence. Siyasal partileri yepyeni bir toplum tasarımını
getirip yerleştirecek kurtarıcılar olarak görmekten
vazgeçilmelidir. Onları tabanda oluşturduğumuz dayanışmacı, adil ve
karşılıklı saygı temelindeki ilişkiler içinden üretilen siyasal
tercih ve taleplerin var ettiği ve bu talep ve tercihleri
yükseltecek birer oluşum olarak görmeliyiz.
Bütün kazanımlarımızı seçim sonuçlarıyla birlikte elimizden alan
şey, bu yatay bağları öremeyişimizle ilişkili. Siyasi iktidar
örülememiş o açıklığa saldırıyor ve oradan götürüyor götüreceğini.
Bunu anlamak zorundayız.
Bu açmazın bir açarı o zaman olur işte.
Niçin olmasın?