AKP siyasetinin provokatif bir üslûbu var. En başta, iktidarda kalabilmesi ve kaldığı sürece otoritesini sağlamlaştırabilmesinin hangi koşullara bağlı olduğunu herkesten iyi bilen Erdoğan olmak üzere, AKP'nin bütün kadroları, bu çatışmacı provokatif üslubu kararlı biçimde sürdürüyor.
Bilerek ve isteyerek taarruz halinde sürdürülen bu üslup bilhassa 15 Temmuz'dan sonra demokrasi etrafında birleşmeye hazır olduklarını gösteren kesimlerin sinir uçlarına dokunuyor. Mesela, darbe girişiminin hemen ertesinde, ne ilgisi varsa, “Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yapılacağı” söyleniyor. Üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adı veriliyor. Sağlık Bakanlığı'na devredilen askeri hastanenin ismi Sultan Abdülhamit oluyor. İsmail Kahraman, Che’ye “eşkıya” diyor. FETÖ için çıkartıldığı söylenen KHK'lar FETÖ'yle ilgisi olmayan muhalif unsurları vuruyor. Vs… vs… Ve bunlara her gün yenileri ekleniyor.
Bu hücumlar karşısında siniri zıplayan muhalif kesimler ise her birine bir itiraz, bir eleştiri yetiştirme gayretinde. Ve ne yapıyor ediyor yetiştiriyor da. Şu koşullarda yapabilecek fazla da bir şeyi yok. Ama bu yapabildiği tek şeyin, toplumsal yaşamın işgali karşısında, bir karşı saldırı olduğu asla söylenemeyeceği gibi, bir direnme biçimi olduğu da söylenemez. Halbuki muhalefetin en etkin eylemi de budur, sevdiğim bir sosyoloğun kurduğu analoji ile, “ateşe ateşle karşılık vermek”tir. Bu öyle değil. Bizim muhalefetimizin yapabildiği o tek şeye, belki, muktedirlerin kibrine karşı her defasında ateşi yeniden çalmak diyebiliriz. Çalınabiliyor mu, o da belli değil. Zira çalınmış bir ateşi yeniden ve bir kez, bir kez daha çalma durumunda kalmak, gerçekte ateşin hiç çalınamamış olduğunu göstermez mi? Üstelik ne için yapıyoruz bu soylu -fakat yazık ki sonsuz- hırsızlığı?
Aklın vazetmiş ve düşünce tarihinin binlerce yıl evvel tasdiklemiş olduğu en temel ilkeleri çiğneyen, kısacası aklın dışına çıkmış bir hayatın getirdiği sorunlar için!
Gerçekten gereği var mı bunun? Topçu Kışlası inadına, Yavuz Sultan Selim dayatmasına, Abdülhamit oldubittisine -mesela- Rousseau’dan miras “toplum sözleşmesi” anlayışından hareket edip Habermas’ın “kamusal müzakere” ilkesine uzanan bir çalınmış ateşler silsilesinin ilhamıyla itiraza kalkışmanın… Ya da Che’ye “eşkıya” diyen İsmail Kahraman’a “Che, insan varoluşundaki potansiyelin en gelişkin örneğidir” diyen Sartre’ın zihin düzeyiyle cevap vermenin… vs… Gerçekten gereği var mı?
Olmamalıydı. Ama ne yazık ki var. Çünkü iktidarın provokatif üslubuna seri biçimde itiraz ve eleştiri yetiştirmemiz gerekiyor. Rönesans’ın büyük düşünürü Diderot, Kaderci Jacques’ta “kendisine atılan taşı ısıran köpek” diye acımasızca gerçekçi bir benzetme yapar, Türkiyeli muhaliflerin bugünkü mecburi refleksi daha çok buna benziyor. Muhalefet sadece kendisine atılan taşı ısırabiliyor. Bütün itirazı, eleştirisi, yazısı, çizisi, nasıl bir etkinlik yaratma hesabıyla yapılmış olursa olsun, bundan ibaret kalıyor. Hücumlara karşı hamlesinin bütün hükmü bu. Taşı atanı ürkütmeye kuvveti yok bu hamlenin. Zaten atılan taşa yönelmiş hamlenin saldırıyla bir ilgisi de yok. O yüzden kimseyi ürkütmüyor. Kimse de ondan çekinmiyor.
Çok trajik bir hâl ama şimdilik gerçekliğimiz bu, bir süre daha atılan taşı ısırmaya mecbur gibiyiz, vazgeçemeyiz. Bundan da vazgeçecek olursak, Erdoğan ve partisindeki provokatif üslup, Erdoğan ve partisinin tüm görüş, söylem ve eylemlerini (bütün fikir, söylem ve eylemler için zorunlu olan) rasyonel denetimden bu şekilde tümden yoksun bırakmış olacak.
O yüzden, aklımıza bir hakaret, değerlerimize bir saldırı oldukça sesimizi çıkarmaya mecburuz. Fakat toplumsal hayatın gerçekliği karşısında son derece dayanıksız bir konum bu, onu da görmeliyiz. Kendine dayanıklı bir konum elde edebilmesi için muhalefetin “karşı ateşlere” başlayabilecek güce erişmesi gerekiyor. Bu da toplumsal hayatın değişim güçlerini yanına alabilmesine bağlı. Şimdilik öyle olamadığı için gündeme ilişkin -yazık ki etkisiz- itirazlarımız gidişatı değiştirmiyor. Bunlar sadece bizde kimi zaman öfke, kimi zaman kaygı uyandıran provokatif üslubun ruhumuzda yarattığı geçici boşluğu dolduruyor. Esasında o üsluba bu şekilde cevap yetiştirmekle “gelmesiyle gitmesi bir olan” bir muhalefet yapmış oluyoruz. Ve bundan da öyle hemen dünyayı değiştirmesini filan bekleyecek halimiz yok. Zaten her şerre bir eleştiri, her taşa bir ısırık yetiştirmemiz, bunun bir şeyleri hemen değiştireceğine inancımızdan değil. Taşları ısırmamız, daha çok, bu eyleme mecbur kalışımızı açıklayan bir suçlama niteliğindedir: Bu sizin dünyanız, biz sadece içinde yaşıyoruz.