Bu ülkeden gidenler ve kalanlar anlatıyor: Gitmiş ve oradan bana cesaret dersi veriyor!

"Bu Ülkeden Gitmek” kitabında, bilhassa Gezi’den sonra umutsuzluk halinin hakim olduğu anlatılıyor ve bu ülkeden mülteci durumuna düşmeden göç edenler anlatıyor. Kalanlar ise, 'bundan (ülkeyle kurulan ilişkiden) kurtulmak o kadar kolay değil, onunla kavga etmek paradoks. Sen osun zaten' diyor.

Abone ol

DUVAR - Son bir kaç yıldır laf arasında sıkça duyduğumuz şey: Türkiye’den gitmek… Ekşisözlük’te, “Türkiye’den s… olup gitmek” başlığı altında yüzlerce yorum dahi yapılmış. Misal biri, “Türkiye’ye döner misin deyince aklıma ilk gelen şey Mecidiyeköy’de metrobüse binmek oluyor, o yüzden dönmem herhalde” demiş.

Gezi, ülkenin gidişatının için değişmesi için yapılabilecek son girişimdi ve evet bir ihtimaldi. Hezimetle sonuçlanması artık yeni bir devrin başlayacağının işareti oldu ve böylece çoğusu için kaybetmeyi kabullenme Gezi'yle başladı.

Bu Ülkeden Gitmek, Gözde Kazaz, H. İlksen Mavituna, 136 syf., Metropolis

Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna’nın, “Bu Ülkeden Gitmek” kitabında, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır 2007’den beri bu durumun ağır ağır fark edildiğini şöyle anlatmış: “Bu ülkenin seküler hayat tarzına sahip, daha Batıcı ya da rasyonel akla güvenen kesimleri ilk defa azınlık olduklarını fark ettiler. O sayısal veri, hiç bir zaman yeniden iktidar olamayacağız, hayatı tanzim edemeyeceğiz, hayatı domine eden unsurlar olamayacağız kaygısını besliyor. Asıl kopuş da sanırım bu noktada oluyor.”

‘BİR KAMYON DOLUSU ADAM, KİME SALDIRIR BELLİ DEĞİL’

Gezi'deki kaybetme, sükunetle sonuçlanmadı. Öyle basit değil, 7 Haziran seçimleri iptal edildi. Ülkenin dört bir yanında -faillerini ayırmadan- patlamalar oldu. Diyarbakır’da HDP mitingi sırasında patlayan bomba, Suruç’ta, Ankara’da, Sultanahmet’te, İstiklal Caddesi’nde, Bursa’da, Gaziantep’de, Atatürk Havalimanı dış hatlar terminalinde, Elazığ’da, Mardin’de, Cizre’de, Hatay’da Yenibosna’da, Beşiktaş’ta… Yüzlerce insan hayatını kaybetti. Uzuvlarını kaybeden, katliamdan kurtulan fakat ruh sağlığı bozulan insanlar halen hayatla cebelleşiyorlar. Yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı travma ise ömürleri boyunca onlarla.

15 Temmuz darbe girişiminde sokağa dökülen insanlar ülkenin yarısını korkutacak cinstendi. Köprüde vahşice öldürülen askerler, şiddet tekelini kullanan yığınların korkunç şeyler yapabileceğini de gösterdi. Piyasa araştırma şirketinde çalışan Halit şöyle dile getirmiş bu korkuyu:

“‘Ne olacak?’ dedim. Sonra iş tersine dönüp de kamyona binmiş insanlar bizim sokaktan bağıra bağıra geçmeye başlayınca ben aşırı korktum. Bayağı. Evi taşlasalar ne olacak? Bir kamyon dolusu adam, kime saldırır belli değil. Bizim tarihimiz de bunlarla dolu ya. O noktada, ‘Durulmaz burada,’ diye düşündüm.”

Sonrası OHAL. KHK’larla yüzlerce insan bir gecede işsiz bırakıldı. Yüzlerce akademisyen üniversitelerden ihraç edildi. Özetle, bir ülke bir kaç yılda çok şey yaşadı.

‘İSTEĞE BAĞLI OLUP OLMADIĞI DA MEÇHUL GÖÇ’

“Bu ülkeden gitmek mi kalmak mı?” sorusunun yanıtını herkes farklı verdi. Öte yandan bu soru; ekonomik durumu, haritadan bir yer seçmeye uygun olmayan kesim için zaten akla bile gelmedi.

1960’larda Avrupa’ya yapılan işçi göçleri ya da 12 Eylül sonrası siyasilerin göçüne benzer nitelikte yaşanan bir göç değil son yıllardaki göç dalgası. Salt geçim derdi ya da savaştan kaçan, sığınmak için sınırlara dayanan Suriyeliler gibi de değil. Öyle bir noktaya gelindi ki, artık bu ülkeye ait olma duygusu kaybedildi. Bu çok başka bir şey.

Gözde Kazaz ve H. İlksen Mavituna, “Bu Ülkeden Gitmek” adlı kitapları için gidenlerle ve kalmayı tercih edenlerle konuşmuşlar. Bu göç hareketliliğini “zorunlu göç” olarak nitelemek mümkün değil demişler. “Fakat mevcut politik ve ekonomik koşullar göz önüne alındığında, ‘isteğe bağlı’ olup olmadığı da meçhul” diye eklemişler. “Sosyal, beşeri, mali sermayesi yeterli olanlar ‘mülteci durumuna düşmeden’ göç etmişler.” Fatih Erikli ve Hana Kamer’in hazırladığı “Büyük Göç” isimli veri tabanına göre, mesleklere göre en çok bilişim sektörü göç verirken, bunu mühendislik ve akademi takip ediyormuş.

Gidenler çeşitli nedenler sıralamışlar. Kazaz ve Mavituna şöyle özetlemiş:

“Görüşmeciler; kendilerini her daim tehlike altında hissetmelerine yol açan ve şok, dehşet, acz, savunmasızlık, çaresizlik gibi duygularla iyiden iyiye terbiye edilen, bir tür ‘can pazarı’ gibi yaşanan gündelik hayatı gitgide çekilmez kılan pek çok neden sıralıyorlar. Tacizin, mobbingin, nezaket kurallarının ihlalinin sokaktan işyerine, trafikten okula dek hemen her yerde neredeyse bir norm haline gelişi ve bu durum karşısında ‘idare etme kültürü’nün zamanla başat mevzi olarak belirişi, çoğu görüşmecinin anlatısına yansıyan bir durum.” İdare etmekten başka çözüm yolu yok. Bu da biliniyor.

‘POLİTİK DEPRESYON’

Göç eden Feride, “Türkiye, yapmak istediği işi yapabilen insanların ülkesi değil. Herkes önüne gelen ne iş varsa onu yapıyor. İş az, insan çok. Bu durumda insanlar mutsuz, istemedikleri işleri yapıyorlar. Mesele ben onlardan biriydim. Öğretmen oldum, süper mutsuz bir şekilde 11 yıl çalıştım” diyor. Birbirimizde gördüğümüz buram buram mutsuzluk en çok da bu sebepten. Çok azımız sevdiği bir işi yapıyor.

Gezi’den önce herhangi politik fikre, örgüte, partiye angaje olmayan insanların, Gezi’den sonra düştükleri bunalım, umutsuzluk hali kimisi için “beyazlıkla” ilgili bir durumdu. Memleketin doğusu için ise devletin uyguladığı şiddetle tanışık olma hali uzun yıllara dayanıyordu. Yoksulun ise her daim bir B planı olmak zorundaydı. Romantik bir saikle yazmıyorum fakat hakikaten fakirlik bir yaşama sanatı. İyi eğitimli, nispeten ekonomik durumu toplumun geri kalanına göre şanslı olan kesim için ise bir B planına gerek yoktu. Ta ki ülke buralara gelene kadar…

Kitabın görüşmecilerinden Bennur, bu haleti ruhiyeyi “politik depresyon” olarak tanımlamış ve şöyle açıklamış: “Gezi birçok hareketi yardı ve Gezi’den sonraki yapamama-edememe hali, Gezi’den önceki yapamama-edememe halinden daha ağır bir külfet olmaya başladı.”

Kitaptan devamla: “New World Wealth tarafından yayınlanan “Küresel Servet Göçü 2018” başlıklı rapora göre, Çin ve Hindistan’’dan sonra milyonerleri en çok dışarı giden ülke Türkiye. Göç dalgası artık ‘orta sınıf/ beyaz yakalı’ şablonunu da zorluyor: Sosyoekonomik olarak avantajlı diyebileceğimiz grubun yanında gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar ve kendilerini prekarya konumunda hisseden çeşitli mesleklerden zihin emekçileri de buradan gitmeye başladı.”

‘TÜRKİYE’DEKİ DEĞER YARGILARIMI TRANSFER ETMEM İMKANSIZDI’

Kitapta anlatılanlardan anladığımız, öyle muazzam bir hayat çıkmamış göç edilen yerlerden. Alışılmış kültürel kodlar, hiç farkında olmadan sahiplenilen yargılar ve iyi ya da kötü her bireyin varoluşunun toplumda bir ederinin olması… Bunların hepsi hayatın içinde hiç farkında olmadan yaşadığımız detaylar. Zorunlu askerlikten kaçmak üzere Kanada’ya yerleşen Türkiyeli bir Yahudi olan Arel anlatmış:

“Burada (Kanada’da) ekonomik olarak sınıf düştüm, sosyal olarak zaten göçmen oldum, bütün kültürel ve sair bağlarımdan kopmuş oldum. Birdenbire kültür ve dille ilgili yetini yitirmiş oluyorsun ve pazarda sattığın mal buysa eğer, birdenbire pazarda boş sandıkla kalıyorsun. Bunun bu kadar net olduğunu anlayamamıştım ben. Bütün bu yetenekler bir şekilde başka bir tarafa transfer edilebilir, başka türlü kullanılabilir diye düşünüyordum. Şimdi baktığımda bu düşünce biraz toy görünüyor bana, ama o zamanki perspektifimle öyleydi hikaye. Fakat öyle işlemedi. Bir süre sonra da Türkiye’deki kimliğimi, değer yargılarımı ve bununla ilgili getirdiğim bütün paketi buraya transfer etmemin imkansız olduğunu anlamıştım. Onu anladıktan sonra tarih de seni şekillendirmeye başlıyor zaten.”

Ayrımcılığın tezahürleri bir iki çeşit değil. Günde defalarca, nerelisiniz sorusuna maruz kalmak da can sıkıcı olabilir. Öbür taraftan yediden yetmişe alıştığımız daha ilk dakikasında bir sohbete tutulma hali de var. Arel tam burdan anlatmış:

“Günlük sohbet dediğimiz, burada aslında arkadaşlığın temeli olan ‘smalk talk’ dedikleri hikayenin çok dışında kalan bir kültürden geliyoruz. Bana buradaki insan ilişkileri bir miktar daha sığ ve ‘Nasılsın, hava da çok güzel değil mi?’ gibi muhabbetlerin temel olduğu, ama bu muhabbetlerin genelde çok da derinleşmediği, derinleşeceği noktada karşı tarafın genelde ürküp ‘Niye böyle şeyleri konuşuyoruz yahu’ diye garip duygusal bozukluklara girdiği bir yapıya sahip gibi gelmişti, hala da öyle geliyor.’”

Gitmek zorunda hisseden kişilerin önemli bir kısmı karar aşamasında katalizör işlevi gören çocuk sahibi olanlar. Kalanların, gitme kararında anladığı da bir tek onlar.

‘GİTMİŞ VE ORADAN BANA CESARET DERSİ VERİYOR, HAYAT ÖYLE DEĞİL’

Ait olmanın o tuhaf çıkmazını, gurbetçi bir ailenin çocuğu olarak lise yıllarında Almanya’dan Türkiye’ye gelen Zümrüt anlatmış: “Bir sosyalliğe, bir ruh haline, tanımadan tanışmadan anlaşmaya, çalışmaya, bir ruh halini paylaşmaya, sana getirdiği şeylere olan aidiyetindir söz konusu olan. Bundan (ülkeyle kurulan ilişkiden) kurtulmak o kadar kolay değil. Onunla kavga etmek de paradoks. Sen osun zaten.”

Kalanlardan Yılmaz enteresan bir yerden bakmış “kalmaya”: “Burada, İstanbul’da kendini dünyanın merkezinde hissediyorsun. Ortadoğu’nun diğer yerlerinde de böyle: Mısır’da da, Tunus’ta da dünyanın merkezinde hissediyorsun; gerçekten dünya tarihi senin kolektif ve bireysel çabanla şekilleniyormuş gibi. Burada Dünya Tarihi yazılıyor. Neo-liberal dünya ise donmuş, hiçbir şey olmuyor!”

Ülke herkes açısından seyirlik. Gidenler hala geride neler olduğunu takip ediyor. Niye etmesin? Kalanlar da gidenlerin, seyir halindeyken ne dediğine dikkat kesiliyor. Bekir Ağırdır bu durumu yorumluyor: “…Herkes kendi hayatı üzerinden bakıyor meseleye ve her insanın bilmediğimiz bin tane derdi var. Ezberden kabadayılık, insanları korkuyla suçlamak doğru değil. Ama yurtdışına gidenlerin de burada kalanları aynı biçimde korkak ve cesur diye yaftalamaları doğru değil. Gitmiş ve oradan bana cesaret dersi veriyor. Hayat öyle değil.”

Bu Ülkeden Gitmek, film adı gibi. Misal detayların insanı Farhadi’nin bir filmi. Bir yere ait olmak demek, tüm detaylarla oraya göre şekillenmek de demek. “Bu Ülkeden Gitmek” bu dönemi anlatması açısından okunması lazım gelen bir kitap. Gözde ve İlksen’in emeklerine sağlık.