Bendenizin Dersim’e ilk gidişi Elazığ üzerinden olmuştu. Dersim’in dağlarını anlatan şarkılarla türkülerin çok dinlendiği çevrelerde büyümüştüm ve şimdi efsunlanmış gibi Dersim’e gidiyordum bir arkadaşımla birlikte. Çocukluğumun bir kısmı Adıyaman’da, bir kısmı da İzmir’de Yamanlar Dağı'nın eteklerinde geçmişti. Bilenler bilir, her iki bölgede de dağlar, karşıdan bakan için heybetlidir. Küçülür insan, ezilir her gün bu heybeti görmekten (ya da elbette sanırım herkes böyle hissetmiyordur). Böyle bir heybetli dağ deneyimi envanteri varsa insanın, Elazığ yolu Dersim’e ilk gidiş için iyi bir seçenek değildir. Kibirlenir insan; hayal kırıklığı içinde, yanındaki arkadaşına dönerek, "Dersim’in dağları bunlar mıymış?" deyiverir; önü sıra, kendi hizasında uzanan inişli çıkışlı zirveleri görerek. Ama sonra içine girdiğinizde, örneğin Pülümür Çayı'nın kıyısı boyunca Kutu Deresi tarafına ya da Munzur’un kıyısı boyunca Ovacık tarafına, şansınız varsa, giriş çıkışlar yasaklanmamışsa Halvoriye taraflarına gittiğinizde, burnunuzu sürter Dersim; insan bir buğday oluverir de ulu Dersim Değirmeni onun üzerinde çalışmaya, onu öğütmeye başlar. Neden Yunus’un sesi bir de burada yankılanmasın: “Buğday ya Esedullah!” Buğday ver ki insan öğünsün!
Bütün zamanlar birbirine karışır Dersim’de. Dersim’in zamana ihtiyacı yoktur. Burada mekân o kadar kırıklı, dolayısıyla o kadar fazladır ki, her şeyi, hayatı öylesine doldurur ki zamana pek yer de kalmaz, pek gerek de kalmaz. “Artık dönmemiz lazım” dediğimizde bile, bu dönme anını saptayan zaman Dersim’in zamanı değil, Dersim’e nereden geldiysek oranın zamanıdır. Zamanın iki ucu, Sırrı Kavseyn’in iki ağzı birleşir Dersim’de; ötesi ‘sırdır’, söylenmez: "İnleyip sırrını fâşeyleme ağyâra sakın / Düşme bilmezlik ile varta-i inkâra sakın / Değmesün âhların kâkül-i dil-dâra sakın / Sonra Mansûr gibi çıkman olur dâra sakın / Arz-i acz etmeyesin yâreden ol yâre sakın / Bulduğun cevher-i âlîleri bîçâre sakın" (Şeyh Galip).
Bir yakınımız Adana’da, Gâvur Dağı'nda bir trafik kazasında hayatını kaybettiğinde, rahmetli babam, o kadar uzakta ölmüş olan bu adamın arkasından, “Onun toprağı da oradan alınmış demek” demişti. Babamın ölümle kurduğu ilişkiye hep büyük hayranlık duydum; kendi ölümüyle kurduğu ilişki dışında. Sanki kendini öldürmeyi beceremedi de ölmeye yattı toprağı köyden alınmış, ömrü boyunca şehre alışamamış bu adam. Altı köşeli kasketi, düşük peykli şalvarı, yoksul işi tütün tabakası, Avusturya üretimi dirsekli çakmağıyla… Direnmedi; yaşamaya arzu duymadı. İçten içe hep bildi, bu dünyanın artık kendi dünyası olmadığını. Bekledi öylece, bekledi ki ekinin sahibi biçsin ekinini. Eğer babamın dünyası geçerliliğini koruyabilmiş olsaydı; örneğin ben bu kadar coğrafya, şu kadar matematik, şu kadar felsefe biliyor olmasaydım; ona şunu derdim: “Benim toprağımın alındığı yer Dersim baba!” Bir oğulun bir babaya vasiyet yıkması olacak şey değil ya, olsaydı eğer ona “Beni Dersim’e gömün” derdim. Babam benden önce öldü; bende kalan ise utanç dolu bir gençlik ölümü oldu, ölünememiş bir gençlik ölümü. Böyle insanın içten içten zaman zaman çıt eden bir sızısı olur ya… Hani insanın yüreği böyle kırılmış olmakla kalmamıştır; o kırılmanın sesini de işitmiştir “Çıt!” diye… Şahsen benim yürek sızımın yatıştığı tek yer Pülümür ile Munzur’un birbirine kavuştuğu, koklaştığı, seviştiği, o Deli Munzur’un yatıştığı yer. Ne kadar çolpalık etmiş olsam da Hızır’ın kıyamadığı, insanın yüreğine bir nefes üflediğidir belki. Ama yine de “Buğday ya Esedullah!” Yoksa bu kırım bitmeyecek, biçilecek gök ekinler!
“Vara vara vardım bir kara taşa” diyor Karacaoğlan. Bir arkadaşım, Deli Dumrul hikâyesiyle ilgili olarak, Türklerin ilk Müslümanlaştığı döneme dair şöyle bir yorum yapmıştı: “Azrail’i almamış bünye, kabullenmemiş. Deli Dumrul adeta Allah’a “Alacaksan sen al, Azrail nedir?” diye soruyor.” Aynı isyan Karacaoğlan’da da var: “Azrail gelmiş de can talep eyler!” Karacaoğlan canını vermez Azrail’e; vara vara bir ‘kara taşa’ varır. Yazının dünyası boş durmayacak; o kara taşı da işaretleyecektir elbette. Yazının dünyası, dolayısıyla iktidarın dünyası her yere bırakmak ister işaretini. Yazamadığı yeri siler. Bugün Dersim ormanları yanıyor. Belli ki yeniden yazmak istiyorlar; önce silerek. Yazısız, salt altında bir yatan olduğu bilinsin diye konmuş bir kara taş bile alınıyor elimizden ya yine de “Buğday ya Esedullah!” Doysun artık bu açlar; buğdaya doysunlar da çeksinler ellerini gök ekinlerimizden.
Bir kara taş… Neden bir tür mutlakçılığa değil de bir kara taşa varır yolu? Çünkü bilir Karacaoğlan bu illerin sahibi kendi değildir. Bir kara taşa varmadan evvelki bir geçittir geçitler içinde bu iller. Bu nedenle bilir ki kendinden evveli de olmuştur; kendinden sonrası da olacaktır. İşte o kara taştır ki şunu sorma imkânını açar ona: “Sual eylen bizden evvel gelene / Kim var imiş, biz burada yoğ iken.” Taşa sormayın demektir bu. Zaten taşa sordurmak için yazarlar taş üstüne. Yazılı bir taş ile kendi varlığını sonrakilere duyurmak, daha doğrusu okutmak yerine kendinden evvelini sorar Karacaoğlan: Kim varmış?
Bu sorunun yanıt imkânlarını açar Dersim. Çünkü orada ‘kutsal’ henüz yeryüzünü terk etmemiştir. Biraz teorikleştirme pahasına… Genel din tarihini, ‘kutsal’ın çok ağır işleyen bir süreç içerisinde yeryüzünü terk etmesinin tarihi olarak da okumak mümkündür: Hemen yanı başımızda olan, sürekli bir etkileşim içerisinde bulunduğumuz bir ‘öte dünyanın’ önce bir ‘öteki dünya’ya dönüşmesi; ardından tek-tanrının mutlak iktidarında kutsalın yeryüzünden çekilmesi ve bunun ardından da Weber’in ifadesiyle dünyanın büyü bozumunun gerçekleşmesi. Arkaik dinlerin ‘kutsal’ bir haleyle giydirmiş olduğu yeryüzü, kutsalın aşkınlaşmasının ve bu aşkınlaşmanın tek-tanrılı dinlerle birlikte aldığı mutlak biçimin bir sonucu olarak ‘çıplak’ kalmıştır. Kutsal, önce aşkınlaşarak yeryüzünü terk etmiştir. Yeryüzünün mistik gömleğinden soyundurulmasından, yani dünyanın büyüsünün bozulmasından, genelde zannedildiği gibi modernlik değil, en çok tek-tanrılı dinler sorumludur. Hatta modernliğin bir boş yere, bir tür boşaltılmış mekâna, tek tanrılı dinlerin ‘kutsalı’ boşaltarak bir tür palimpseste (7'inci yüzyıldan 12'inci yüzyıla kadar kullanılmış bir parşömen) dönüştürmüş olduğu bir mekâna yerleşmiş olduğu bile söylenebilir. Bana kalırsa modernliğin Francis Bacon’dan itibaren başlayan ‘kesinlik’ arayışının kökeninde de tek-tanrıcılığın mutlakçılığı ya da en azından bu mutlaklığın karşısına çıkarılabilecek kesin bir bilimsel söylem arayışı yatmaktadır. Tek tanrıcılığın mutlakçılığına karşı bilimin kesinliği; ama bu başka bir tartışmanın konusu.
Karacaoğlan’ın sorusunu tarihselleştirme tehlikesi hep orada duruyor; ama işte o kara taşı yazının, dolayısıyla devletin (Pierre Clastre’nin terime yüklediği anlamla) ve dolayısıyla da tarihin elinden alma imkânı da. Aradaki fark, mekânı içinde yaşanılan bir yer olarak duyumsamak ile ele geçirilecek, fethedilecek, yeniden kodlanacak bir yer olarak duyumsamak arasındaki farktır. Dersim’de mekân o kadar fazladır ki zaten onu simgesel koordinatlarla ele geçirmenin imkânı yoktur. Bu mekân çokluğu içinde delirmemek için Dersimli durmaksızın işaretlemiştir mekânı. Dersim’de bu kadar çok ‘ziyaret’ (jiyare) olmasının nedeni de budur. Bugün Dersim’i yakıp yıkan da onun bu ele geçirilmezliğidir. Bir parşömeni, üstüne başka bir şey yazmak üzere kazımaya benzer bir biçimde, yangınlarla silmelerinin nedeni de budur. Karıncasından karacasına binlerce can! Azrail çökerken üzerlerine Karacaoğlan’ın sesi yankılanmış mıdır Halvoriye Kayalıklarına doğru? “Ölür oldum, Azrail'i gönderme /
Sevdiğime canım aldır ya Kerim!”
Hoyrata kaldı tomurcuk güllerimiz. Yine de “Buğday ya Esedullah!”