Buğra Gülsoy: Edebiyat yolculuğum devam edecek

Buğra Gülsoy'un 'İkinci Kıyamet' kitabı İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandı. Buğra Gülsoy'la 'İkinci Kıyamet'i ve edebiyat dünyasını konuştuk.

Abone ol

DUVAR - 1900’lerin başı, Dersaadet’in sokaklarında başlayan ve sonrasında tüm dünyanın kıyılarından geçerek, tarihi hadiselerin içinde kendini var etmeye çalışan bir kişi… Gerçek bir yaşam öyküsü… Oyuncu, yönetmen Buğra Gülsoy 'Birinci Kıyamet'in devam kitabı olan 'İkinci Kıyamet'i okurla buluşturdu. Sabri Mahir’in gerçek yaşam hikâyesinden esinlenerek yazılan roman, okuru tarihin içine davet ediyor. 'Birinci Kıyamet', “Güneşin Battığı Yer”den, 'İkinci Kıyamet', “Güneşin Doğduğu Yer”e uzanıyor… Tarihin tozlu raflarından gerçekleri sızdırıyor bize.

Edebiyat dünyasına hızlı giriş yapan Buğra Gülsoy’la bir araya geldik ve İnkılap Kitabevi'den çıkan 'İkinci Kıyamet'i ve edebiyat dünyasını konuştuk.

'İkinci Kıyamet' raflardaki yerini aldı.  İyi bir edebiyatçı olduğunuzu kanıtladığınızı düşünüyorum bu romanla. Bu noktada roman yazma fikrinizden başlayalım mı?

Teşekkür ederim, fakat iyi bir edebiyatçı olarak anılmak için yolun henüz çok başında olduğumu düşünüyorum. Şu an edebiyatla tatlı bir esinti içinde süzülüyorum diyelim, büyük de keyif alıyorum bundan. Bence iyi bir edebiyatçı olabilmek demek; bundan yıllar sonra geride bıraktığın eserlerinin tümünün bir “şey” söylemesi demektir; kendisini geleceğe taşıyan, insana hem ışık hem de ayna tutan kıymetli bir sözün olmalı ardında bırakacağın. Umarım bir gün başarırım.

'Birinci Kıyamet' ve 'İkinci Kıyamet'e gelirsek; ilk Türk boksörünün kim olduğu merakı içinde yıllar önce yapmış olduğum araştırma beni Sabri Mahir’le karşılaştırdı. Yaşadığı akıl almaz hikayesini okumamla, zihnimin içi sayısız an ve fotoğrafla doldu taştı. Kağıda dökmekten başka şansım kalmamıştı o vakit. Üstelik Sabri’nin acımasız yolculuğu dünya tarihinde yeni bir çağa açılan, tabiri caizse tüm kartların yeniden dağıtıldığı dünya savaşlarının o karanlık döneminin içinden geçiyordu. Anlatmak istediğim karanlık dünya düzeni kurucularını da Sabri’nin gerçek hikayesi paralelinde anlatma fırsatım doğmuştu. Sonrası ise, kendiliğinden aktı satırlara.

İkinci Kıyamet, Buğra Gülsoy, 310 syf., İnkılap Kitabevi, 2020.

'KELİMELER HİÇ BİTSİN İSTEMEDİM'

Sabri Mahir gerçekten de dünyayı etkileyen bir boksör. Böyle bir yaşamı kaleme almak zor olmalı.

Yukarıda da bahsettiğim gibi; hikayesini her okumamla onunla birlikte aynı yolculuğun içinde buldum kendimi. Sabri’nin umutları kendi umudum, acıları ise iliklerime kadar işleyen üzüntülerdi. Yaşadığı her saniye canlanmıştı gözlerimin önünde. Kaleme almak zor olmadı, çünkü yazarken hissettiğim tek şey büyük keyif aldığım oldu. Kelimeler hiç bitsin istemedim. Asıl zor olan; romanın dünyasını terk etmekti benim için.

Romanının dünyasını terk ettiğinizde, ondan uzaklaştığınızda neler hissettiniz? 

Tekrar içine geri dönmek. Tuhaf bir bağımlılık hali... Hatta hikayenin devamı olur mu diye de zihnim beni sürekli zorlamaya devam etti. Ama en önemli şeyin zamanında durmak gerektiğini sezmek olduğunu anladım sonra. Bu hikaye iki seri olarak burada noktalandı. Şimdi ise kafamın içinde dönen başka başka hikayeler çoktan demlenmeye başladı.

'KÖTÜLÜK, KARANLIK İNSAN BU GEZEGENDE NEFES ALDIĞI SÜRECE DEVAM EDECEK'

Hangi tarihte yaşanırsa yaşansın, insanlık hep aynı; kötülük de, iyilik de… Şimdi dünyaya bakıyoruz, bir hasatlıkla mücadele ediliyor. Türkiye’ye dönelim başka bir kıyamet; deprem… Sabri Mahir’in dünyanın kıyılarında yaşadığı kıyametler… Bu paralellikler hakkında ne düşünürsünüz?

'Birinci Kıyamet' de, 'İkinci Kıyamet' de o kadar evrensel bir gerçeği yüzümüze vuruyor ki; Sabri’nin yaşadıkları sadece geçmişin yaşantıları olarak kalmıyor, şimdiye de geleceğe de sirayet ediyor maalesef. Kötülük, karanlık insan bu gezegende nefes aldığı sürece devam edecek, nifak yangınlarını körüklemeye devam ederek.

Okuru bir boksörle tanıştırırken roman aracılığıyla, aynı zamanda insanlığın köklerine doğru da bir yolculuğa çıkarmış oldunuz. Dersaadet’te başlayan bir hikayenin tüm dünyaya sıçraması ki yaşananlar 1900’lerin ortalarına denk geliyor. Bir yanıyla da tarihi bir esere ortaya çıkardınız.

1900’lerle ilgili sayısız fotoğraf inceledim diyebilirim. O dönemin ruhunu satırlara yansıtabilmek için her bir detayı aklıma kazıdım. Her bir nesneyi, kaldırım taşını bile tasvir ederken, okuyucuya o dönemin içinde yaşıyormuş izlenimi vermem şarttı. İlk kitabın geri dönüşlerinde bunu başardığım için çok mutluyum. Hemen hemen tüm okuyucularımın ortak beğenisi, kendilerini o dönemin içinde buldukları oldu. Şimdi ümidim; aynı duyguyu serinin devamı ve sonu olan 'İkinci Kıyamet'te de yakalamak.

Sabri Mahir’in boks hikayesi de enteresan tabii…

Öfkesini kontrol edebilmesi için, o dönemin Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) müdürü Tevfik Fikret ve edebiyat öğretmeni Mösyö Ravel’in yönlendirmesiyle boksa başlıyor. Kıyametlerini başlatan boks olmuyor, sadece öfkesine yenik düşüyor yine, başaramıyor içindeki canavarı durdurmayı. Boks ise kaçıp gittiği uzak kıyılarda sürekli karşısına çıkan ve hayatından asla uzaklaştıramadığı bir uzvu haline geliyor, bir lanet, ama bir nimet aynı zamanda. 

Tabii bu noktada Tevfik Fikret’i unutmamalıyız…

Kesinlikle. “Yeryüzü vatanım, insanlık milletim” diyen bir aklın esiri Sabri Mahir’in de yolculuğu. Sadece Sabri’ye yol gösterici değil, insana da büyük tokat Tevfik Fikret’in zihni, öngörüsüyle geleceğe ışık tutan gerçek bir aydın, büyük bir edebiyatçı, usta bir şair aynı zamanda. Onur duyuyorum satırlarımda onunla buluştuğum için, onu anlamaya çabaladığım için. 

Okur 'Birinci Kıyamet'te ve 'İkinci Kıyamet'te ilginç olayların izini sürecek. Burada olay örgülerinin yanı sıra okuru anlatımınızla o serüvenin içine girmesini sağlıyorsunuz. Örneğin Valhala… “…sırtımdaki dinmek bilmeyen acının yarattığı öfke ve nefretle her uykuya daldığımda, beni tüm yüklerimden arındırıp iyileşmemi sağlayan bir aralık değildi sadece, “Af evi” derdi annem buraya…” Çok etkileyici bir anlatım, Valhala nedir sizin için?

Valhala bir ütopya. Gerçek olamayacak kadar imkansız, gerçek olmasını isteyecek kadar vazgeçilmez. İnsanın insanı, ama daha çok da kendisini affettiği bir diyarın adı. Bir cennet tasviri değil, cehennemi hak edenlerin de vardığı yer. Bir yüzleşme, daha çok kabulleniş. Herkesi kucaklayan, herkesin birbirini kucakladığı sıcak bir yuva hayali Valhala. Bir gün... İnsanoğlu kainattaki yerini bulduğunda, yıldızlardaki konumunu anladığında varacağımız yerin adı Valhala. Varacağımız yer bir yol değil, yüreğimizin içinde henüz açılmayan kilitli bir kapı.

Biraz da kitaptan genele gidelim, öfke, vicdan, nefret, sevgisizlik… Çok fazla şey sayabiliriz. Romanda kişilerin hikâyesinden bu kavramların hepsini sorgulamaya başlıyoruz. Peki siz? Yani Sabri Mahir olurken neler hissettiniz? Ya da Pera olurken?

Aslında iki kahramanı var bu acıklı hikayenin. Sevdiği kadını terk etmek zorunda kalan bir adam: Sabri. Ve sevdiği adamı sonsuza kadar beklemeye söz veren bir kadın: Pera. Zamanın içinde kaybediyorlar birbirlerini, üstelik zamanı durdurmak için her çabalarında daha da sıkışıp kalıyorlar kaderlerinden ördükleri yüksek duvarların arasına. Sabri olmak Pera’dan ayrı düşünülemez. Tam aksine Pera’nın var olması da Sabri’nin nefesinde saklı hep. Yazarken Sabri’nin öfkesini Pera’nın neşesiyle soğuttum. Pera’nın umutsuzluğunu Sabri’nin vicdanıyla dindirdim. Onların sevgisiyle kurtulduk kaybolmaktan. 

Birinci Kıyamet, Buğra Gülsoy, İnkılap Kitabevi, 2019.

Dünya savaşları, farklı kimliklerin çatışması, kıyımlar, yıkımlar… Toplumsal gerçekliğimizi Sabri Mahir ve Pera üzerinden çok güzel ifade etmişsiniz. Felsefe ve sosyolojiyi romanda görebiliyorum. Dert ettiğiniz meseleleri merak ediyorum?

'İkinci Kıyamet'ten şu satırlar daha iyi anlatır belki derdi: Koca çarkları tutan büyük zincirin küçük birer halkasıyız sadece, farkında olarak, farkında olmayarak. Zaman; kim olduğumuz değilmiş, ne anlama geldiğimizmiş. Zaman; ne yaptığımız değil, neye yol açabileceğimizmiş. Bir soru değilmiş, cevap da. Bunu gördüm, bunu yaşadım, buyum, bu oldum. İsteyerek. İstemeyerek. Kıyametlerimiz kadarmışız sadece. Hepsi o kadarmış, hepimiz o kadar. Yolcusu oldum rüzgârların savurmasına izin verdiğim mevcudiyetimin. Cennet cehennem, iyi kötü, yaşam ölüm. İnce bir ipliğin üzerinde yürüdüm. Kimse fırlatmadı üstüme, dengemi bulmak için yanlara doğru sarkan o esnek uzun sopadan. Tevfik Öğretmen haklıymış; “Şeytan da biziz, cin de; ne şeytan, ne melek, dünya dönecek cennete insanla.” Ya da dönecek cehenneme benimle.

Edebiyat yolculuğunuz devam edecek diye biliyorum. Yeni bir roman çalışmanız var mı?

Yeni, taze bir hikaye üzerinden çalışıyorum. Ne zaman biter derseniz, şu an demleniyor. Bitiş vaktini sadece o biliyor. Yazarlık artık hayatımın bir parçası, benim bir parçam. Edebiyat yolculuğum devam edecek, evet.

Şunu da sormak isterim, oyunculuğun edebiyata katkısı nedir?

Hikayelerimdeki tüm karakterlerimi oynayabiliyorum kafamın içinde. Tüm duygusunu, yaşantısını, defolarını rahatça görebiliyorum. Dolayısıyla yazarken aslında oynamış oluyorum. Bu da bana hem kolaylık hem de büyük bir haz sağlıyor yazarken.

Bir yandan icra ettiğiniz meslek olarak da, edebi eserlerden uyarlanan diziler ve filmler oluyor. Nasıl bakıyorsunuz?

Okuyucu okuduğu her kitapta kendi yönetmenliğini yapıyor aslında, kendi dünyasını kuruyor zihninde, kendi filmini çekiyor. Ekran veya perde uyarlamalarında ki en büyük sorun bu, sorun da diyemeyiz gerçi buna, sadece başka bir yönetmenin penceresinden izliyorsunuz hikayeyi. Ama başarılı uyarlamalar yapıldı mı? Evet, yapıldı. Nasıl yapıldı? Yazarın kurduğu dünyayı çok iyi anlayan yönetmenlerle, yapımcılarla ve senaristlerle. Dikkat edilmesi gereken en önemli şey; yazarı ve hikayesini çok iyi anlamak.

'SULTAN MELİKŞAH'A HAYAT VERİYOR OLMAK GURUR VERİCİ'

Yepyeni bir diziyle izleyici karşısına çıktınız. Bazı dönemler sizi hep komedi dizilerinde gördük. Burada da bambaşka bir karakter olarak karşımıza çıkıyorsunuz. Dizinin serüveninden başlamak isterim.

30 günlük yoğun at binme, kılıç-ok eğitimi ve aksiyon sahneleri hazırlığı ardından, 60 gün süren ilk bölüm çekimleri hem hayatımda kamera önünde daha önce yer almadığım taze bir dünyanın kapılarını aralamış oldu, hem de oyunculuk anlamında sınırlarımı zorlamış oldum. 11. yy ve özellikle o dönemin Orta Doğu ve Asya tarihi hep merak edip okuduğum bir zaman aralığıydı. Bu aralığın içinde, bilhassa Büyük Selçuklu imparatorluğu'nu en geniş sınırlarına ulaştıran ve çağına en parlak dönemini yaşatan Sultan Melikşah’a hayat veriyor olmak gurur verici bir deneyim benim için.  

Dönem dizileri ya da dönem filmlerine nasıl bakıyorsunuz? Muhteşem Yüzyıl’la başlayan ve sonrasında sıkça rastladığımız diziler oldu.

Tarihi yapımlar aslında o zaman dilimine ne kadar vakıf olduğunuzla ya da o zamana hangi pencereden baktığınızla doğrudan alakalı. Filmler veya diziler kendilerini seyirciye izlenilebilir kılmak adına tarihin akışında bazı küçük değişiklikler ve kurmacalar yapmak zorunda, bu da çok normal bir dürtü. İnsanlar geçmişi bütün detaylarıyla ve daha yalın haliyle öğrenmek istiyorlarsa, bunu hakkıyla kitaplarda bulacaklardır. Ama tek bir kaynakla değil, birçok metne başvurarak.   

Türkiye ve dünya edebiyatından kimleri okuyorsunuz? Geçmişten bugüne, etkilediğiniz yazarları da merak etmekteyim?

Sartre’ın 'Duvar' kitabı özellikle beni çok etkilemiştir. George Orwell’ın kitapları, Ursula K. Le Guin kitapları. Türk edebiyatçılarımızdan; Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Oğuz Atay, Zülfü Livaneli…