Buğulu Giverny büyülü Monet
Giverny’ye gidilmeden önce ziyaret edilmesi gereken mekanlardan biri Musée d'Orsay ise diğeri de Musée de l'Orangerie’dir. İlki Musée du Louvre’un çaprazında, Seine Nehri’nin karşı kıyısında, ikincisi ise yine Louvre’un devamındaki Jardin des Tuileries’nin sonunda yer alır. Bugün seni Fransızca kelimelere boğmaya kararlıyım ne de olsa Paris’teyiz. Birazdan yeterince Amerikanca duyacağız zaten.
Damın tepesindeki porselen kedi, belki de dünyanın en meşhur gökyüzü, tarlaları, ve bulutlarını; ama kesinlikle ve kesinlikle en meşhur nilüferlerini izliyor, kıpırdamadan. Suda açan güzelleri meşhur eden, onlarla ününe ün katan Monet’nin evinde, Giverny’deyiz.
Gecikmiş, hazirana sarkmış ilkbaharın keyfini süreceğiz birlikte.
Büyük şehirlerin metro sistemlerinin karmaşıklığından dem vurulur. Söz konusu Paris ise buna tren yollarını da eklemek gerekir. Giverny’ye gitmek için Paris’ten yola çıkacağız peki hangi gardan? Paris, çiçeklerden papatya olsa, her bir taç yaprağı bir garı temsil edebilirdi. Fransa’nın tam ortasında, kendisine gelinmesi ve kendisinden tüm dünyaya ulaşılması için bütün yönlere kucak açmış bir çiçek. Benim bildiğim en az yedi tane büyük garı olan bu şehirde bırakın gar kapatmayı, garlar yenileniyor, yeniden işlevlendiriliyor. On dokuzuncu yüzyılın son yılında gar ve otel olarak inşa edilen Gare d’Orsay’nin platform uzunluğu bir süre sonra şehirler arası trenleri barındırmaya yetmeyince, garı bugün dünyanın en büyük empresyonist ve post-empresyonist eser koleksiyonuna sahip müzesine dönüştürüyorlar.
Empresyonist (izlenimci) bir sanatçının tablosunu ilk defa ne zaman gördüğümü ve ressamın kim olduğunu hatırlamıyorum. Yaşattığı his ise dün gibi canlı: Müsaade, müsamaha, kabul, özgürlük, belirsizlik içinde dinginlik ve imkanlı olma hali. Çocuk yaştayım. Öğretmenlerin pek de esnek olmadığı yıllarda tam da aradığım şeyler bunlar.
Belli ki ünlü bir ressam bu kişi. Garip! Diğer yetişkinler gibi bizlere tepeden bakmıyor. Neden mi; eserini özellikle bitirmemiş bana da alan bırakmış istemiş sanki, o denli özgüvenli. Nesneleri konturlamamış, çizgiler belirsiz. Keskin olmayan hızlı fırça darbeleri. Sanatçı, çocuk bana diyor ki: “Fehmi sana güveniyorum, benim her şeyi ayrıntısıyla çizmeme hiç gerek yok evladım, sen zaten bunu kendi zihninde çoktan tamamladın.”
Empresyonizm açık büfedir, bırak table d'hôte olmayı, à la carte bile olamaz. Bizi menü ile kısıtlamaz, seçme ve tamamlama hakkını asla esirgemez.
Giverny’ye gidilmeden önce ziyaret edilmesi gereken mekanlardan biri Musée d'Orsay ise diğeri de Musée de l'Orangerie’dir. İlki Musée du Louvre’un çaprazında, Seine Nehri’nin karşı kıyısında, ikincisi ise yine Louvre’un devamındaki Jardin des Tuileries’nin sonunda yer alır. Bugün seni Fransızca kelimelere boğmaya kararlıyım ne de olsa Paris’teyiz. Birazdan yeterince Amerikanca duyacağız zaten. Fransa’da olmana karşın yayarak konuşulan Amerikan İngilizcesinden gına geleceğinin garantisini veririm. Şikâyet mi ediyorum, haşa. Abartmak istemem, empresyonizmin bu kadar ilgi görüyor olmasında Amerikalıların payını hiç azımsamamak gerekir. Hâlâa durmaksızın ve akın akın geliyorlar empresyonistleri içmek için Paris’e, eserlerin korunması ve sergilenmesi için fonlarını akıtıyorlar. Sadece onlar mı, dünya ırklarını, renklerini birlik ve dirlik içinde görmek istiyorsan geleceğin yerlerden bir diğeri de Musée Marmottan Monet.
Akşam saat altı! Bütün gün çalışmışım, günün iple çektiğim bölümüne gelmişim. Yaşasın! Monet’nin eserlerini yakından göreceğim…
Tatlı ve içli gece ezgisi, gece müziği demek nocturne, bir de müzelerin daha geç saate kadar açık olduğu günler için kullanılıyor, ne kadar romantik değil mi. Hiç de değil! Musée Marmottan’ın önü siyah takım elbiseli adamlarla dolu, “Man in Black” filminden bir kare, trajikomik. Uluslararası şirket döngüsü, Paris’in her köşesini tutmuşlar, çalışanlarını eylemek için akla gelen tüm mekanlarda etkinlik düzenliyorlar. Paris’i sirke döndürmüşler adeta.
Her gün saat 18:00’e kadar açık olan müze bir tek perşembe akşamları saat 21:00’e kadar açık ve ben dünyanın öbür ucundan gelip içeriye giremiyorum. Neden? Uluslararası tröste höst diyemediğimiz için. Neymiş efendim, beylerimiz, bize rağmen sanata doyacaklarmış. Madem bu kadar kapitalistsiniz haftanın başka bir akşamı yapın organizasyonunuzu, yok olmaz. Bir anda sosyal devlet oluyor Fransa, başka bir akşam çalışanlarını çalıştıramaz. Hadi oradan…
Ne mi kaçırdık, neden mi bu kadar söylendim. Empresyonizm’e adını veren tablo Musée Marmottan Monet’de yer alıyordu da ondan. Sana söz, götüreceğim seni Marmottan’a başka bir gezimizde ve canlı yayın yapacağım oradan. Tahmin edebileceğin gibi yeni bir sanat akımı doğarken, kendinden öncekileri reddediyor, geldik yine ergen ile ana babasının çatıştığı noktaya. Tabii eleştirmenler, yeni akımlara “Hoş geldin!” diye kucak açmıyorlar: “Oğlum, kızım şu tablonu şöyle çizmesen, bu kadar dik başlı olmasan, sınırları bu kadar zorlamasan.” falan diye kulağından çekiyorlar empresyonistlerin. Monet’nin 1872 yılında çizdiği tablosunun adı “Impression, Le Soleil Levant” yani “İzlenim, Güneşin Doğuşu”. İşte sanat eleştirmeni Louis Leroy, aslında karalamak namına “Empresyonistlerin Sergisi” diye laf atarken makalesinde, farkına varmadan dünyaca ünlü bir akımın adını koymuş oluyor. En azından bu şerde bir hayır olduğu kesin…
Kös kös eve dönecek halim yok. Tabana kuvvet, yürümeye devam. Günün en değerli zamanları, işten arta kalan saatler. Hele bir de güneşin saat akşam onda battığını düşünürsen, tüm sokaklar bizim. Paris zaten açık hava müzesi. Belki bir gün gerçek bir gezgin olur sana durmadan dünyanın her yerinden yazarım. Fark etmişsindir durumumun böyle olmadığını. Bütün yıl çalışıp yılda birkaç kez de tatile çıkıyorum. Seninle yıllar boyunca biriktirdiğim gezi izlenimlerimi paylaşıyorum kısacası. Bir de iş seyahatlerimde kendime ayırdığım akşam üzerleri ve eklediğim hafta sonları var ki, beni bir gezgin olmaya yaklaştırıyorlar.
Marmottan’ın yanı Bois de Boulogne. Central ya da Hyde Park gibi şehrin göbeğinde yer almasa da, şehir merkezinin bitiminde yer alan devasa bir koru. Ortasında göleti, kuzeyinde görece yeni bir sanat mekânı olan Fondation Louis Vuitton ile enfes bir nefeslik. Mimar Frank Gehry tarafından tasarlamış sıra dışı bir yapı, muhakkak görülmeli. Mimarının kendi sözleriyle “Çok atipik bir yapı, hiçbir zaman tam anlamıyla buna benzeyen bir şey çizmedim.” demesinden de anlaşılıyor. Yürüye yürüye La Defence’a varıyorum, Paris’in ikinci, bir anlamda modern Arc de Triomphe’u. Zafer Anıtı. Paris çok büyük, mesafeleri kat etmek epey zaman alıyor. La Defence, Louvre ve Arc de Triomphe ile aynı aksın üzerinde. Louvre’dan bakınca gözlerin keskinse, Arc de Triomphe’un içinden La Defence’ı görebiliyorsun. Paris bir metropol, bütüncül bir bakışla yüzyıllar boyunca yeniden yeniden tasarlanmış. Binaları yığmamışlar, birbirlerine göre yerleştirmiş, uyumlandırmışlar. Elbette bir sürü sorunu ve büyük yapı katliamı var. Onlar da başka bir yazının konusu.
Bu sabah içim içime sığmıyor. Şehre çok yakın banliyölerden birinde kalıyorum; eskiden sanayi bölgesiymiş. “Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan.” böyle bir şey olsa gerek. Her taraf ana hatta bağlanan minik demiryollarıyla sarılı. Üreticinin -evet Batı Avrupa üretiyor, o zaman sanayi ve teknoloji; şimdi elektronik, yüksek teknoloji, iletişim ve bilişim- mallarını taşıdığı kılcal damarlardan birinin üzerinden istasyona doğru, küçük bir ormanın üzerinden ilerliyorum. İstimlak edip üzerine bina dikmek yerine, bu demirden bağlantı yolunu, yürüyüş yoluna dönüştürüp; her yere o kadarcık alanda hayat bulan hayvan ve bitkilerle ilgili bilgi tabelaları yerleştirmişler. Şehir nefes alıyor.
Gare Saint-Lazare’dayız. Herhangi bir gar değil burası. Monet’nin serilerine konu olmuş bir mekandayız. Monet dönem dönem bir konuya takıyor ve üzerine onlarca belki yüzlerce tablo yapıyor. Aynı nilüferler gibi, Gare Saint-Lazare’ın da bir seri tablosunu yapmış. Bu sayede dünyanın herhangi bir yerinde örneğin Japonya’da bir empresyonistin eserine rastlamak çok mümkün.
Giverny’ye gitmek için işte tam da bu gardan yola çıkmak gerekiyor. Ne yalan söyleyeyim, yol boyunca mışıl mışıl uyuduğum için sana geçtiğimiz yerlerden söz edemeyeceğim. Paris’e bir saat yakınlıkta olmasına karşın Normandiya bölgesinde yer alıyor Giverny. Le Mont-Saint-Michel’den sonra bu bölgenin en çok gezilen ikinci yeri Monet’nin evi. Tren Vernon istasyonuna varınca iniyorsun. Vernon, başlı başına ziyaret edilmesi gereken bir kasaba, bu nedenle Giverny-Vernon gezine bir tam gün ayırmanı öneririm, mevsim olarak da baharı seçmeni, özellikle de lalelerin açtığı sezonu. Biz laleler için geç kaldık, ancak nilüferleri doya doya izleyeceğiz birlikte.
Trenden inince Giverny’ye gitmek için üç seçeneğin var; bisiklet kiralamak, servis aracına binmek ya da benim yaptığım gibi tekerlekli, yanları açık mini turist trenine binmek. Yirmi dakika içinde geze geze Giverny kasabasındasın. Park yerinde mini trenden iniyor, kendini kalabalığa bırakıp, azıcık da tabelalara bakarak yolunu buluyorsun. Şöyle tarif edeyim: Giverny, Seine Nehri’ne paralel uzanan tek şeritli dar bir gidiş geliş yolunun yanı başında uzanan mini minnacık bir kasaba. Yani kaybolman mümkün değil. Parktan eve giden yürüyüş yolu boyunca, Seine Nehri’ne karışan Epte Nehri’ni -daha çok bir dere- takip ediyor, Monet’nin bahçesine ulaşıyorsun.
Bir gün öncesinde Monet’nin “Les Nymphéas” yani nilüfer tablolarını görmek için gittiğim Musée de l'Orangerie’de satılan kombine bileti alarak, farkına varmadan müthiş akıllıca bir şey yapmışım. Hem müze hem de Monet’nin evine girmeye olanak sağlayan bu bilet sayesinde, dünyanın dört bir yanından akın akın gelen ziyaretçilerin oluşturduğu metrelerce kuyruğu beklemeden hop diye içeri daldım.
Seninle daha önce başka sanatçıların evlerini gezmiştik, şimdi durum farklı. “Bugün Monet’nin Evi’ni ziyaret edeceğiz.” demek düpedüz haksızlık olur. Elbette evi de ziyaret edeceğiz ancak, herkesin buraya asıl gelme nedeni bahçeleri gezmek. Evin kışın ziyarete kapalı olması şaşırtıcı değil yani. Buraya sadece bahçe demek de haksızlık: “Doğanın tuvalini ziyaretteyiz.” Monet’nin yaptığı tek şey doğayı izlemek ve izlenimlerini kendi tuvaline aktarmak. Söylemesi ne kolay değil mi? Öyle bir ressamdan söz ediyoruz ki, o en zor şeyleri bize basitlik ve sadelik içinde şıp diye aktarabiliyor, hem de ibin cibin alışkın olduğumuz çizgileri kullanagelerek değil. Müthiş çocuk doktorları vardır; aşı yaptığını, batırdığı iğneyi hissetmezsin bile. Bir Monet gördüğünde insana bir şeyler olur, tam olarak ne olduğunu algılamazsın, bilinmeyen bir iğne batmış çıkmıştır ancak etrafta kimsecikler yoktur bunu yapmış olabilecek. Tablolarıyla hayatın zorluklarına bağışıklık kazanmanı sağlar Monet. Giverny’de bir gün, şehir hayatının harala gürelesinde silikleşen zihinler için efsunlu bir şeydir. Bünyeye hayal gücü pompalar.
Bir müzede onca insanla gezmek pür sinir bozukluğu iken, Monet’nin hınca hınç insanla dolu bahçesinde sanki yapayalnızsın. Öyle bir atmosferi var ki; çocuk çığlıkları, Amerikan İngilizcesinin yayvan ve yavan akışkanlığı alttan alta kısılıyor, tüm sesler huuuppp… vakumlanıyor.
İşte nilüferler göletindeyiz. Monet’nin eserlerini yarattığı Japon köprüsünün üzerinden, pürüzsüz su güzellerine hayranlanıyoruz. Bir gün önce Musée de l'Orangerie’de gördüğümüz devasa tabloların membasındayız.
Madame Jeima, evvelsi gün Louvre’u gezerkenki rehberim kolumdan çekiştiriyor, yüzünde tatlı bir gülümsemeyle.
Aaaa burada ne arıyorsunuz?
Siyah teninde yuvarlanan yanaklarındaki gamzeler belirginleşiyor. Dünya şaheserlerinin yanı sıra tarihi eser hırsızlığı, ırkçılık ve sömürünün tarihlerini paralel olarak izleyebileceğin Louvre Müzesi’ni siyah bir rehber ile gezmek inan çok şey değiştiriyor bakış açında. Siyahların köleler olarak yer aldığı tablolara bakarken ister istemez utanıp farkına varmadan başını öne eğiyorsun.
-Yarın Giverny’ye gidiyorum, gitmeden “Les Nymphéas”yı görmek istedim. Ama siz Louvre Müzesi’nde çalışmıyor muydunuz?
-Evet orada da çalışıyorum.
Deyip lafı uzatmıyor. Belli ki geçimini sağlamak için birçok yerde çalışması, günde kilometrelerce sanat yürümesi ve dil dökmesi gerekiyor. Ve sanki her gün aynı şeyi anlatmıyormuşçasına bir coşkuyla… Hayran olunası bir tavır. Çoğu müzede faydalı olan “müze sesli rehberi” pek berbat. Madame Jeima’nın turuna kaynak yapıyorum. Gamzelerini görmek için bir fırsat daha. İşte o zaman öğreniyorum, Monet’nin evinin hemen yanına inşa ettirdiği bugün müze dükkânı olarak kullanılan kocaman ve aydınlık stüdyosunda resmettiğini, metrelerce uzayan “Les Nymphéas” tablosunu. Tablo sekiz parçadan oluşuyor, dörtlü gruplar halinde iki büyük oval odada sergileniyorlar. Neden biliyor musun? Yan yana duran iki oval salona kuş bakışı baktığında sonsuzluk işaretini oluşturduğu için. Monet’nin eserinde vermek istediği bitmek tükenmemek hissine gösterilen duyarlılık ve saygı… Paris’i seviyorum.
Monet, dünya tatlısı bir tip değilmiş, verdiği talimatlarla bahçıvanlarını epey bezdirmiş anlaşılan. Bize eşsiz eserler bırakan sanatçıların çoğunun capricieux olmaları, etraflarındakilere eziyet etmeleri ne acı.
Seksen altı yaşında vefat eden kaprisli oğlumuz, sanatını son anına kadar icra etmek için çılgın çaba harcıyor. Hayatının orta yerinde, kırk üç yaşındayken bir yürüyüş sırasında rastladığı bu ev eskiden bir meyve suyu sıkma tesisiymiş. Etrafta bağlar ve elma ağaçları varmış o zamanlar, şimdi bağlık olmasa da her tarafta yine meyve ağaçları, hatta mısır ve buğday tarlaları var. Evde en çok zaman geçirilen yemek odasının ise ne mısır ne de buğday sarısı olduğunu söylemek mümkün. Cart sarı.
Oh my god, disgusting.
Narasını cümle alem duydu tabii ki. Hislerini bir gezi boyunca saklamaktan bir an bile geri durmayan bu Amerikalı turist kardeşimiz sayesinde, gördüğüm rüyadan uyanmış oldum. Yemek odasının sarısının parlak hatta patlak olduğunu yadsıyamam, ancak iğrenç olduğunu düşünmüyorum. Evin duvar boyaları için dışarıdaki bin bir renkli çiçekleri yaşatan en canlı renkler seçilmiş. Kocaman pencerelerden içeri dolan gün ışığı ile renkler daha da coşmuş. Evde koridor yok. Odadan odaya kapılardan geçilerek ulaşılıyor. Her yer ressamın kendi ile Pierre-Auguste Renoir, Camille Pissarro ve Alfred Sisley gibi dostlarının tablolarıyla dolu. Ressamı ve aslında bütün bir modern dönemi etkileyen Japon baskı sanatının en güzel örnekleri ile evin birçok yerinde karşılaşmak mümkün.
Mor salkımlar, irisler, binbir çeşit kır çiçeği, güller; egzotik ülkelerden getirilmiş adını bilmediğim, Latince isimlerin havada uçuştuğu onlarca yüzlerce bitki türü. Veee…
Gök kuşağının yetersiz kaldığı, her türlü ara tonun mevcudiyetini borçlu olduğu cennet bahçesinde bir canavar: Cataracta. Al sana bir Latince kelime daha. Ancak bu kez bir bitki adı değil, bildiğin katarakt hastalığının ta kendisi.
Çocukken kim olduğunu bilmeden buğulu tablolarına hayran hayran baktığım Oscar-Claude Monet’nin bize sunduğu sonsuzluk artık kendisi için de buğulanıyor.
Giverny kasabasının diğer ucuna kadar yürü. Küçük bir kilise ile karşılaşacaksın, gir bahçesinden içeri, hemen sağda Monet ve geniş ailesinin mezarı. Son zamanlarına kadar üretmeye devam eden, bize bir renk evreni armağan eden huysuz dâhi ve bütün izlenimleri işte orada dinleniyorlar.
Yorumlarını paylaşmak, diğer yazılarım ve fotoğraflarımı görmek için blog sayfam www.hayatevi.org’u ziyaret edebilir ya da bana doğrudan yazabilirsin: hayatevinde@gmail.com