Bence insan, hiçbir farklıyı ve karşıtı inkâr ve ihmal etmeden, aksine varlığını kabul ve addederek, hatta severek ve sayarak ne güçsüzleşir ne de mutsuzlaşır. Böylesi, ödün gerektirmiyor, özden feragat istemiyor, kimseyi ve hiçbir şeyi istemediği bir şeye dönüştürmüyor. Bu sayede mümkün değilmiş gibi görünen, gerçekleşmesi büyük kudret gerektiren, insana “nasıl olacak bu iş?” diye düşündüren şeyler birdenbire “olacak bir şekilde!” diye belirebiliyor aklımızın ve ruhumuzun önünde.
Bugün benim doğum günüm. Dertleriyle sürekli kendimi, belki zaman zaman sizleri de şişirdiğim müzik (endüstrisi) konularını bir kenara bırakıp hayata bakmak istediğim bir anda ve yerdeyim. Hayatımın yirmili yaşlar gibi son derece hassas gelişim yıllarını yaşadığım, müzik sektörünün göbeğinde, müzik sektörünü hücrelerimde hissederek yedi senemi geçirdiğim New York’tayım. Ve New York’un her seferinde bana düşündürmeyi başardığı onlarca şeyin biraz daha önünde şunu düşünüyorum: İnsan gücünü kullanmadığı ölçüde güçlü kalır. Güç hayat gibi bir şey, ister istemez her geçen saniye azalıyor. Herkes onun peşinde, herkeste biraz var, bazılarında fazlasıyla var, ama herkes kendindekini bir noktadan itibaren kaybediyor. Bu şekilde kaybedilen bir hayat var, bir de zaman.
New York insana kendini bilmeyi öğreten bir şehirdir. Buraya gelen pek çok insan çizgiden ya çıkmıştır ya da çıkmak üzeredir. New York insana iki şey yapar: Ya yok eder, ya yola getirir; ikisini de reddedeni dışarı atar. Kendini bilmeyene hem kendini bildirir, hem de kendisini. Bu anlamda hayatın ta kendisidir. İstanbul da böyle bir şehirdir aslında. O nedenle İstanbul İstanbul’dur, şahsına münhasırdır ve başka yerlere pek benzemez. Mor ve Ötesi’nin vesile olmasıyla New York’tan doğup büyüdüğüm İstanbul’a dönüş kararımı yakın çevremdekiler hep sorguladılar. Daha doğrusu sordular, neden döndüğümü. Bir sürü nedeni vardı aslında, bir yandan da onların duymak isteyecekleri, “haber niteliği” olan hiçbir neden yoktu. Soru da retorik bir soruydu zaten. “Deli misin, New York’tan buraya dönülür mü hiç?!” diye sormak isterlerdi daha ziyade. Dönülürdü, evet, bal gibi hem de. Kimileri de karşılaştırmalı sorular sormayı seçerdi. Bir şeyi anlamlandırmak için karşılaştırmalar her zaman kolaycı ve güvenli kestirmeler sunar. Ben kısaca şöyle anlatmayı seçtim, yirmi yılı aşkındır da bunu söyleyip dururum: New York ve İstanbul aynı şeydir aslında, ikisi de çok zor ve insanın gözünün yaşına bakmayan şehirlerdir, ama New York ağır metalden mürekkeptir, İstanbul ise ahşaptır.
New York’ta East Village’da yaşadım. Evimin önünde Tompkins Square Park vardı. Her gün olmasa da mutlaka her hafta sonu orada uzun uzun zaman geçirirdim. Elimde bir kahveyle insanları, kuşları, ağaçları, köpekleri ve sincapları seyrederek, bazen de onlarla konuşarak hayat ve gelecek üzerine planlar yapar, hayaller kurardım. New York’tan İstanbul’a dönme kararını da o parkta yaşayan ve zaman içerisinde dost olduğum evsiz birisiyle derin sohbetimin sonrasında, bir sincapla teati ederek vermiştim. O kadar fazla hayal kurardım ki bazen nerede olduğumu hatırlamak için sağa sola bakmam merkeze dönmem gerekirdi. Ne Meral Akşener umrumdaydı o zamanlar ne de Sedat Peker. Hala pek değiller ama Türkiye var, orada koskoca ve kapkara bir kapı gibi duruyor; bırakmaz insanın yakasını. Bitmez, azalmaz, tükenmez, anlaşılmaz bir yürek sızısıdır ülkemiz. Belalı bir sevgili gibi. Başınıza açmadığı dert kalmaz ama en büyük heyecanları onla yaşarsınız. Öyledir ki, o güne kadar heyecan namına bildiğiniz ne varsa unutturur size; o tuhaf ama isabetli tabirle “aklınızı alır”. Nedense insanın aklını alma ihtimali olan şeylerin ve kişilerin büyülü bir cazibesi olduğunu düşünürüm. New York da insanın aklını başından alabilen bir şehirdir. Her an, her gün, her mevsim. Tam umudunuzu kesecekken karşınıza öyle bir şey çıkarıverir ki neye uğradığınızı şaşırırsınız. Bazen bir gün doğumunda, bazen dünyanın herhangi bir yerinden kopup gelmiş göçmenin gözlerinde, bazen bir otobüs şoföründe, bazen yanınızdan geçen bir insanın insan olduğuna inanmakta zorlandığınız güzelliğinde tekrar tekrar ve sık sık sarsarak kendinize getirir sizi. Ucunu bırakıp bırakmamak arasında gidip geldiğiniz dönemde hayata sımsıkı sarılmanızı sağlar.
New York, iç içe ve sıkışık kent yaşamının tahammül edilmesi zor yanlarını incelikle çözmüş bir şehir. Kaldırımları kalabalıktır ama kabalık yoktur, kimse kimseye omuz atmaz, bırakın omuz atmayı kolay kolay karşı karşıya bile gelmezsiniz onca insanla birlikte oluk oluk akarken. Araç trafiği yoğundur ve sorunludur ama tıkır tıkır işler bir şekilde. Parkları ve rekreasyon alanları konusunda tavizsizdir. Her şeyi bir arada sunar, yansıtır, sergiler New York. İnsan varoluşunun neon ışıklı, bol kahkahalı zirvelerde pırıldayışını da, kaldırım köşelerine serili karton kutularda dibe vuruşunu da aynı anda ve yan yana görebilirsiniz. Bant aralıkları fevkalade geniş hayranlık ve üzüntü, coşku ve çaresizlik, huşu ve öfke, bir arada yaşayabildiğiniz duygular halinde içinize işler. Duyusal ve duygusal boyutu böylesine büyük kentler bu halleriyle, insan yapımı hiçbir şeye rastlamadığınız harikulade doğa manzaralarının verdiğine benzer hisler verebiliyor, aralarındaki tezata rağmen.
Zıtlık, ikilik ve çelişkiler bana göre insanı insan yapan unsurların başında geliyorlar. Gecenin gündüze teması, zifiri karanlığın ışıl ışıl aydınlığa teğeti gibi, karşısına dikilmek istediğimiz ne varsa ona o kadar yakınızdır belki. Bu fikir içselleşince beraberinde mutlaka vakar ve huzur getiriyor. İyiye ve doğruya doğru devinimin ve mücadelenin biricikliği kadar zıtlık ve farklılıkları kabullenmenin getirdiği teslimiyet de değerli. New York, onca farklı insanın onca farklılıklarından her şeyi alıp kendine yeni bir can vererek canlanmış bir şehir. İstanbul, New York’tan çok daha eski bir kent olmasına rağmen insanlarından alırken götürmüş, can vereyim derken canlar alıp canavarlar da yaratmış bir şehir. Oysa bu harikulade canavar kendini sağa sola çekiştirip debelenmeyi bıraksa, sağın da solun da insan bedenindeki gibi her zaman birlikte olduğunu kabullense barış içinde yaşamaya ne kadar yaklaşır!
İstanbul ve New York’un zıtlıkları ve benzerlikleri, ikisinin de insan suretindeki canları ve canavarları, kendimce muazzam bir modern filozof ve mizah ustası olarak gördüğüm İtalyan yazar Italo Calvino’nun İkiye Bölünen Vikont öyküsünü getirdi aklıma. Hikâyenin kahramanı, Haçlı ordusuna katılmak üzere Bohemya ovasından geçerken bir Osmanlı güllesiyle dikey olarak ortadan ikiye bölünen Vikont Medardo’dur. Mucizevî bir şekilde iki yarısı ayrı ayrı yaşatılabilen Medardo artık sağ tarafı “Kötü” (Il Gramo) ve sol tarafı “İyi” (Il Buono) olarak iki kişidir. İkisinin de doğduğu Terralba köyüne dönmesiyle hikâye derinleşir ve köy halkı kim tarafından yönetileceği konusunda çelişkiye düşer. Kötü’nün zulmünden korkar ve onu istemezler ama İyi’nin niyetinden ve iyicil eylemlerinden şüphe duyarlar (ne kadar tanıdık değil mi?). Bir tarafta da İyi vikonta aşık olan ama ailesinin Kötü vikontla evlenmesini istediği saf köylü kızı Pamela’ya kadar uzanır mesele. Sonunda Kötü vikontla evlenmek zorunda bırakılan Pamela, müstakbel eşinin nikaha geç kalması nedeniyle İyi vikontla evlenir. Bunun üzerine Kötü, İyi’yi düelloya davet eder. Trelawney adlı doktorun düelloda ikisi de ağır yaralanan vikontları maharetle dikerek birleştirmesiyle tekrar Vikont Medardo’ya dönüşen kahramanımız nihayet Pamela ile evlenir ve muradına erer. Biz de çıkarız kerevetine.
Bu hikâye, Calvino’nun Atalarımız adlı üçlemesinin sonuncu kitabı. Bence insan doğasının ikiliklerine ve çelişkilerine dair söylenmiş en güzel masallardan biri. İyisiyle kötüsüyle ancak birleşince mutluluğa erişebilen Medardo gibi, hiçbir farklıyı ve karşıtı inkâr ve ihmal etmeden, aksine varlığını kabul ve addederek, hatta severek ve sayarak ne Güçlü güçsüzleşir ne de Mutlu mutsuzlaşır. Yazının başında bahsettiğim, New York’un heybeti karşısında bana düşündürdüğü şey, gücün kendi zıddına, yani güçsüzlüğe teslim olmasıyla gerçekten gücünü gösterebilmesidir. Böylesi, alanı da vereni de memnun edebilecek, neredeyse optimal bir denklem. Ödün gerektirmiyor, özden feragat istemiyor, kimseyi ve hiçbir şeyi istemediği bir şeye dönüştürmüyor. Bu sayede mümkün değilmiş gibi görünen, gerçekleşmesi büyük kudret gerektiren, insana “nasıl olacak bu iş?” diye düşündüren şeyler birdenbire “olacak bir şekilde!” diye belirebiliyor aklımızın ve ruhumuzun önünde. Bir yabancı ülkenin, başka bir şehrin hayaliyle coşkulanan kalplerin kendi ülkesini, şehrini düşündüğünde sönümlenmemesini sağlayacak unsur da bu olabilir. Bugün benimki, ama her gün birilerinin doğum günü. Benimkinden hepinizin doğum günlerine, varlığına, ruhlarına, hayallerine ve aşklarına selam olsun. Fikirler çarpışacak, çıkarlar çatışacak, şarkılar yazılacak, ağıtlar yakılacak ama sonunda aşıklar kavuşacak. Olacak bir şekilde!