Bugün kurşuna dizilen komüncülerle tanışma zamanı
Tam da bugün, komünün yenilişinin yıl dönümünde, yaşadığımız şu baskı, sömürü ve özellikle de kriz ortamında, gündelik hayatın şeyleştirici etkisinden kurtulup, siperlerde savaşan Trapanyan’la, 28 Mayıs 1871’de mezarlık duvarında kurşuna dizilen Komüncülerle ve kurşuna dizilirken “yaşasın komün” diye bağıran komün önderlerinden Varlin ile tanışıp Paris sokaklarında yürütülen direnişe katılmanın zamanı değil mi?
Mustafa Kemal Coşkun*
Yemek yeme biçimimizden tutun da ayakkabı alırkenki tercihlerimize kadar gündelik hayatta yaptıklarımızın bütünü, verili toplumsal sistemin temel aldığı değerlerin, kuralların kabulüne yönelik düzenlenmiştir. Habermas’ın deyişiyle aynı zamanda bir kamusal alan olan salona güzel ve pahalı koltuklar, özel alan olarak düşünülebilecek yatak odamıza ise daha sıradan eşyalar almamız, ya da normalde elle yediğimiz bir yemeği başkaları varken çatal bıçak kullanarak yememiz, hayatımızı kendimizin değil başkalarının yönettiğini, bunu da hiç itiraz etmeden kabullendiğimizi gösterir. Bir okulun müdürü tek başına koca bir odada oturur da, o okulda çalışan çoğunluğun sıkış tepiş bir odada bulunması, hatta bu mekânların toplumsal konumlar arasındaki fiziksel uzaklığı ve otoriteyi koruyacak bir biçimde inşa edilmesi garibimize gitmez ve giderek bize hiyerarşik toplumsal ilişkilerin mantığını öğretir, benimsetir. Yani gündelik hayatımız bir hayat tarzını öğretir, benimsetir ve meşrulaştırır ve bu hayat tarzı ister istemez hegemonik gücü elinde bulunduranın çıkarlarına uygun bir hayat tarzıdır. Gündelik hayat, siyasal ve toplumsal alandaki iktidar ilişkilerini haklılaştırır ve yeniden üretir.
Gündelik hayattaki pratiklerimizin ortaya çıkardığı en önemli sonuç, Marx’ın yabancılaşma ya da Lukacs’ın şeyleşme dediği şey, yani toplumsal rollerin ve kurumların ontolojik bir statü kazanmasından başka bir şey değildir. Böylece sistemin bütün kurumları, bütün statüler ve roller değişmez ve değiştirilemez kendilikler olarak algılanır: Evlenip aile kurmak zorunlu bir doğa yasası ya da insanın doğasında olan bir şey, piyasa ekonomisi insan fıtratına en uygun sistem ve tabii ki değişmesi/değiştirilmesi mümkün olmayan bir düzen, ve doğrusu, yaşadığımız hayatın kendisi, yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz üretimin gerçekleştirilmesinde uyguladığımız örgütlenme biçimi vb., olabilecek tek toplumsal hayat, olabilecek tek üretim biçimi olarak sunulur.
Topluma bu türden bir şeyleşme maskesi altından bakanlar, sömürücü ve baskıcı ilişkileri asla görmezler, bu nedenle de bu türden ilişkileri kesinlikle sorgulamazlar. Onlar için böyle gelmiş böylece de gidecektir çünkü var olan hayat tarzına, sömürüye ve baskıcı ilişkilere bir alternatif üretmek olanaksızdır. Dolayısıyla onlar için dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek imkansızlaşır. Bu türden düşünceleri insanlara öğreten ve benimseten en önemli pratiklerden birisi ise gündelik hayattan başkası değildir. Kısacası gündelik hayattaki pratikler, toplumsal kurumlarla ilişkiler, bu ilişkilerde yerine getirilen roller, ‘şeyleştirir’. Marx boş yere “her şey apaçık olsaydı bilime gerek kalmazdı” dememiştir.
Ama bu durum hep böyle devam edecek değildir. Kurumların şeyleştirici özelliklerinin parçalandığı dönemlerde, diyelim ekonomik kriz zamanlarında, derin yoksulluğun yaşandığı dönemlerde, geniş halk yığınları ve emekçi kesimler için bir toplumun gerçek yapısının ne olduğu tam tamına algılanmaya başlanır. Bunun anlamı, sistemin insanlar için bulanıklaşmış yapısının gün gibi ortaya çıkması, yani artık sömürü ve baskı biçimlerinin şeyleşme maskesinin ardına gizlenmesinin olanaksız olmasından başka bir şey değildir. Gündelik hayat ne kadar şeyleştirici olursa olsun, toplumsal ve ekonomik kriz dönemleri bu şeyleştirici yapıların parçalandığı bir ana işaret eder. Gündelik hayatın kendisi, bu hâkimiyetin kırılmaya uğratılması için gereken yaratıcı etkinliği ortaya çıkaran bir pratiğe dönüşür. Ve tarihte bu pratiklerden en önemlilerinden biri, 1871’de Paris Komünü’nde yaşanmıştır.
Paris Komünü, Fransız-Prusya Savaşı’nın ardından Paris’teki tüm devrimci eğilimlerin sivil bir ayaklanma başlatmasıyla kurulur. 18 Mart’ta Prusyalılardan kalma topları ele geçirmek isteyen hükümet, askeri birliklerine topların ele geçirilmesi görevini verir. Lakin işler düşündükleri gibi gitmez, çoğu asker halk tarafından Prusyalılarla mücadele için kurulmuş Ulusal Muhafızlara katılmaya başlar. Ayaklanma bir anda büyür ve başbakan Versay’a kaçar. Artık Paris’teki tek yönetim Ulusal Muhafızlar Merkez Komitesi’dir. Komün yönetimi, tüm devlet idaresini üstlenerek yepyeni bir hükümet, bir işçi hükümeti olarak yeniden doğar.
Paris’in Prusyalılar tarafından kuşatma altında kaldığı dönemde zengin ve yoksul arasındaki uçurum giderek daha fazla genişlemiştir. Bunun sonucu olarak emekçiler, ilerici düşüncelere daha açık hale gelirler. Ama sadece emekçiler değil, aslında emekçi çocuklarından oluşan askerler de açtır ve açlık, askerleri yoksulların yanına geçirmeye yeter de artar.
Komüne destek verenler arasında farklılıklar oldukça çoktur, buna karşılık bazı konularda bir takım birliktelikler de sağlanır. Öldürülen Ulusal Muhafızların eşlerine ve çocuklarına aylık bağlanır, borçlar ertelenir ve faiz kaldırılır, sahipleri tarafından terk edilmiş fabrikalar işçiler tarafından işletilir ve yönetilir, giyotin kaldırılır vb. Temel slogan, ‘ya komün ya ölüm’dür.
Paris 21 Mayıs günü Versay’daki burjuva hükümetinin orduları tarafından kuşatma altına alınır, çünkü Avrupa burjuvazisi için artık asıl sorun Fransa-Prusya savaşı değil fakat işçi sınıfıyla kendisi arasındaki sınıf savaşıdır. Devrimin Fransa’ya ve arkasından tüm Avrupa’ya yayılması burjuvazinin sonunu getirebilecek bir tehlikedir onlar için. 21 Mayıs’ta başlayan savaş 28 Mayıs’a kadar sürer. Komüncüler sokak sokak, mahalle mahalle direnirler. En sert direniş emekçi sınıfların ve yoksulların daha yoğun olarak yaşadığı doğu bölgelerinde gerçekleşir. Ne var ki Versay’ın 130 bin kişilik ordusuna komüncülerin 40 bin kişilik savaşçısı daha fazla direnemez. Sekizinci günün sonunda, 28 Mayıs’ta Paris komünü bütünüyle kanla bastırılmıştır.
Paris Komünü deneyimi, devrimci önderliğin hata ve zaaflarıyla beraber ne kadar önemli olduğunu bir kez daha ortaya çıkarır. Zira Marx, 6 Nisan 1871’de, yani Komün henüz yenilmemişken yazdığı bir mektupta şunları söyleyecektir: “Merkez Komite ve daha sonra da Komün, o pis Thiers cücesine düşman güçleri toplama zamanı bıraktılar. Sanki Thiers Paris’i zorla silahsızlandırmaya çalışarak iç savaşı daha önce başlatmamış gibi, iç savaşı başlatmadılar. İktidarı zorla ele geçirmiş olmakla suçlanmamak için, gericiliğin Paris’teki yenilgisinden hemen sonra Versay üzerine yürüyecek yerde, örgütlenmesi vb. daha da zaman isteyen Komünü seçmekle, değerli bir zaman yitirdiler. Merkez Komite, yerini Komüne vermek için görevlerini çok çabuk bıraktı.” Yani eğer Komün önderleri isabetli kararlar alabilselerdi kısa zamanda kitleleri harekete geçirebilir ve Versay üzerine yürüyebilir, burjuvaziyi tam da o anda darmadağın edebilirdi. Yine de bütün olumsuzluklarına rağmen Komün, Paris işçi ve emekçilerinin yabancılaşmadan ve şeyleşmeden kurtuldukları, her şeyin gözlerine apaçık görünmeye başladığı bir andır ve bir gün başka bir yerde devrim olacaksa belki de bu nedenle olacaktır.
Tam da bugün, komünün yenilişinin yıl dönümünde, yaşadığımız şu baskı, sömürü ve özellikle de kriz ortamında, gündelik hayatın şeyleştirici etkisinden kurtulup, siperlerde savaşan Trapanyan’la, 28 Mayıs 1871’de mezarlık duvarında kurşuna dizilen Komüncülerle ve kurşuna dizilirken “yaşasın komün” diye bağıran komün önderlerinden Varlin ile tanışıp Paris sokaklarında yürütülen direnişe katılmanın, 18 Mart 1871’deki sokakların keşmekeşine sürüklenmenin, Victor Hugo’nunki gibi gizemli, Eugene Sue’nünki gibi toplumsal, Honoré de Balzac’ın ki kadar pejmürde bir Paris’te, Dickens’ın Londra’sındaki gibi bir hengameye karışmanın zamanı değil midir, tam da kendi ülkemizde?
*Ankara Üniversitesi, DTCF, Sosyoloji Bölümü Eski Öğretim Üyesi