29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesi, esasen neredeyse 100 yıl önce başlamış bir sürecin zirvesiydi. Türkiye’de, başlangıçta özellikle aydınların ve bürokrasinin, hatta bizzat Osmanlı saray elitinin bir arayışı idi modernleşme fikri. Biraz da, giderek daha hızlı değişmekte olan bir dünyada hayatta kalma içgüdülerinden besleniyordu bu ilk reformcular. İşe tersten, toplumsal üretim ilişkileri yerine, bu ilişkilerin birer görüntüsü ve uzantısı olan gündelik hayat ve eğitimden koyuldular. Avrupa’nın, zengin ve gelişkin burjuva ülkelerinin fiziksel ve kültürel özelliklerini benimseme anlamında ‘kalkınma’, ‘ilerleme’ hareketi, 1908’den itibaren, aydınlarla birlikte, (sınırlı ve güçsüz de olsa) artık oluşmuş Osmanlı burjuvazisi ile eğitimli subayların da sahiplendiği bir ‘devrim’e dönüştü. Ülke bir anlamda ‘el değiştirdi’. Yüz yılı aşkın süredir çeşitli ölçeklerdeki çatışmalarla süren bir gerilim sonunda, ‘terakkiciler’, koyu gerici Abdülhamit rejiminin elinden iktidarı aldı. Bu yeni süreç, ülke için trajik sonuçları olan Birinci Dünya Harbi’nde de sürdü. İkili bir iktidarın oluştuğu ulusal kurtuluş mücadelesinden sonra, yeni bir devrimci atılımla, eski rejimin kalıntılarını yıktı.
Cumhuriyet ‘Bayramı’, bu yıkımın ve inşa edilen yeni ülkenin kutlanmasıydı. O tarihsel bölünmenin İslamcı, Osmanlıcı gibi taraflarında olanlar ve eski toplum düzeninin kalıntıları bu yüzden Cumhuriyet Bayramı ve burjuva devriminin önderlerinden hazzetmedi. Hâlâ da öyledir. Ülkenin artık kesin olarak bir yeni iktidar bloku tarafından yönetileceği anlamına gelen ‘Cumhuriyet’ de ilk yıllarında, eski iktidarın aktörleri ve toplumsal tabanına pek hoşgörü göstermemiştir. ‘Kalp kalbe karşı’dır.
* * *
Türkiye’de 1950’lerden başlayarak, kısa kesintiler ve form değişiklikleriyle bugüne kadar gelen ve ‘sağcı bir cumhuriyet’ inşa eden iktidar bloku ise, Atatürk’ü siyaset üstü, törensel bir figüre dönüştürerek ‘Kemalizm’ ile yollarını ayırdı. Soğuk savaşın inşa ettiği bu ‘yeni devlet’ 30’larda tamamlanan ideolojik çerçeveden çıktı. Ama her döneme uygun yeni ‘Atatürkçülük’ler üretmeye de devam etti. AP’liler de, MHP’liler de, CHP’den kopan sağcılar ve hatta MHP’liler de kendi meşrebince ve kendi ihtiyacı kadar ‘Atatürkçü’ oldu. Ve tüm bunların arasındaki en gürültücü ve sakil performansı 12 Eylül rejimi oldu. Pragmatist cuntacılar, kalabalıkların karşısına geçerken eline Kuran alıyor ağzından da Atatürk’ü düşürmüyordu. Faşist bir seremoni Atatürkçülüğü ile ideolojik balon şişirirken, Türkiye’nin özgürlükçü, ilerici, yurtsever insanlarını işkenceler ve uzun hapislerle kırıma uğrattılar.
Nihayetinde balon patladı, Atatürk’ü törensel ve ikonik olarak da benimsemeyen İslamcı siyasetin içinden gelenler, ‘gömlek çıkarmak’ gibi metaforlarla değiştiklerine vurgu yaparak siyasal iktidarı aldı. Batılı tipte bir ‘liberal demokrasi’, AB kriterleri vs. vaat eden ‘reformcu’ bir dönüşüm önerdiler, yeni bir söylem ürettiler, uzlaşmacı göründüler. Ve güçlendiler. Hem Batı’yı hem tekellerden küçük üreticilere dek çok geniş bir sınıf koalisyonunu hem de giderek artan oy desteğini arkaya aldılar.
Postmodernizm, yeni dünya düzeni, küreselleşme gibi kavramlarla oluşan ideolojik çerçeveye uygun bir yeni sağcılık idi AKP. Başlarda, kendi muhayyel ‘ikinci cumhuriyet’lerinin, muhafazakâr Anadolu burjuvazisi öncülüğünde kurulmakta olduğunu sanan liberallerden de destek almştı. Oysa yeterince güçlenip ‘devlete de’ hakim olduktan sonra, hızla ‘kendi rejimini’ inşaya girişen bir Reis kültüne dönüşecekti. Bu rejim inşası yolunda, siyasal oportünizmin uçlarında gezen, ‘her kılığa giren’ bir ideolojik esneklik sergilediler. 15 yılın sonunda ‘devletin bekası’ söylemiyle bazı ulusalcılardan bile destek bulmayı başardılar. Liberal, İslamcı, Osmanlıcı, milliyetçi, militarist oldular. ABD’nin stratejik ortağı, AB’den adaylık isteyen, Kıbrıs ve Kürt sorununda çözüm yanlısı görünen bir söylem de ürettiler; Rusya’nın ‘dostu’, Batıyla kavgalı, ‘Avrasyacı’ bir söylem de... İktidarda kalmak ve o iktidarı güçlendirmek adına muazzam bir ‘uyum yeteneği’ gösterdiler. Eski müttefikleriyle savaşırken yeni ittifaklar aradılar, kurdular. 1950’lerden günümüze gelen o ‘sağcı devlet’ geleneği ile bir sorunları olmadığını gördüler. O sağcı devletin de zaten, muhafazakarların iktidar olması ve toplumun muhafazakarlaşması ile sorunu hiçbir zaman olmamıştı. Batıyla bozulan ilişkiler ve Cemaatle savaş ev sonunda 15 Temmuz, ‘devlet’ ile bir ara onunla ‘sorunluymuş’ gibi görünen siyasal iktidarı iyice yakınlaştırdı. İktidar, Kürt sorunu, Suriye, Kıbrıs gibi temel konularda keskin politik dönüşler yaptı; ‘devlet’ de gündelik yaşama dönük, popülist ve çatışmacı dini dönüşümlere eski hassasiyetini göstermedi. Devlet ve siyasal iktidarın birbirine dönüştüğü bir süreç başladı.
* * *
Geçtiğimiz Cumhuriyet Bayramı’nda siyasal iktidarın temsilcilerinde görülen ‘Cumhuriyet’ ve ‘Atatürk’ vurgusu, ‘tek bir oyun bile’ kıymetli olacağı anlaşılan 2019 seçimi öncesinde, daha geniş bir oy havuzundan beslenmeyi uman yeni bir siyasal pragmatizm işareti olarak görülebilir. Ama bunun yanında, devletleşen AKP ve Erdoğan’ın dönüşümünün de bir işaretidir. Sağcı devlet geleneği, tıpkı 12 Eylül’de ortaya çıkardığı müsamereci Atatürkçülük gibi, yeni zamanın ruhuna uygun bir ‘dindar Atatürkçülük’ ya da Atatürk’ü ikonik olarak benimseyen bir Erdoğancılık imal edebilir.
Meşhur ‘iki ayyaş’ yakıştırmasından bugünkü ‘Gazi Atatürk’ vurgularına; Cumhuriyet bayramı için asılan ‘kalpaklı Atatürk’ figürlü AKP pankartlarına, en ‘Reisçi’ gazetede çıkan, “Kemalist vesayet sistemi diye bi’şey yoktur. Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesiyle hızla yapılanan ‘NATO’cu/küresel vesayet sistemi’ vardır, bunun da Mustafa Kemal Atatürk’le hiç bir bağı yoktur” yazılarına* 4 yılda gelindi. Bu, ‘merkez sağ’da yeni arayışlara karşı politik bir genişleme hamlesi olmanın yanı sıra, devletleşmenin de bir sonucudur.
* * *
Komünist Manifesto, 1848’de burjuva toplumundaki dönüşümü şöyle tarif ediyordu:
“Tüm yerleşmiş ilişkiler, doğurdukları eski değer yargıları ve görüşlerle birlikte çözülüp dağılıyor, yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden eskiyor. Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal diye ne varsa kutsallıktan düşüyor ve insanlar nihayet hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.”
Burjuva toplum çok değişti, ama ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’ hızlı döngü değişmedi. Türkiye toplumu da ‘gerçek sorunlarıyla’ yeniden ve daha çok yüzleşeceği bir döneme girerken, kendini her türlü ‘buharlaşma’ya uyarlayan bir iktidarla karşı karşıya. Siyasetin, toplum şimdiki statükoya mecburmuş gibi yapılanan mevcut hali kilitlenmiş durumda. İktidarın ilk işaretleri görünen pragmatist ‘Atatürkçülüğü’, bu kilidi, kendi lehine biraz oynatmayı da amaçlıyor olmalı. Toplumda gerçek ve olumlu bir dönüşümü sağlayacak, dipten gelen, ilkeli şekilde birleşik, güçlü ve özgüvenli bir toplumsal muhalefet bu kilidi açabilir. Kendisini ‘kimlik’ ve ideolojik ayrışma siyasetlerine mahkum etmiş bir iktidara ve onun siyasal-ekonomik egemenlerine karşı, ‘alttan’ gelen bir muhalefet.
(*) “Kurtulun artık şu Atatürk kompleksinden”, Ardan Zentürk, Star, 30 Ekim 2017