Eskiden iliştirilmiş gazetecilik diye bir şey vardı. İngilizcesi “embedded journalism”. İliştirilmiş gazetecilik, savaş ve sıcak çatışma alanlarında, çatışmanın bir tarafındaki askerlerle hareket edip savaşı onların açısından yansıtan muhabirler için kullanılan bir terim. Bunların görevi, iliştirildikleri tarafın yayılmasını istediği bilgiyi onun gözünden aktarmak, bir tür enformasyon savaşının neferi olarak katkı sağlamaktı. Türkiye’de Cüneyt Özdemir, Amerikan ordusuyla Irak’a giden ilk iliştirilmiş gazeteci olmakla övünürdü. Bu gazeteciler tek taraftan enformasyon aktarsalar da kullandıkları dille temel habercilik ilkelerine bağlı kalmaya çalışırlardı. Bir de gerçek savaş muhabirleri vardı. Kosova’da, Irak’ta, Afganistan’da olup bitenleri canları pahasına, farklı boyutlarıyla aktarmaya çalışanlar.
Etik Gazeticilik Ağı’nın savaş gazeteciliğine dair geliştirmiş olduğu ilkeler, Can Ertuna’nın aktarımıyla, çatışma bölgelerinde çalışan habercilerin hassasiyetle uyması gereken kuralları şöyle tanımlıyor: “Hikâyenin tüm boyutlarını anlatarak doğru ve adil bir duruş benimsemek; ön yargılara ve ayrımcı yaklaşımlara karşı ‘ötekilerin’ hikayelerini de işlemek”, “çatışmaların insanların yaşamları üzerindeki etkilerini hissettirmek için çalışmak”; “siyasetçilerin/yöneticilerin nefret uyandırabilecek açıklamalarının ardında hangi amaç ve güdülerin olduğunu sorgulamak”; “çatışan tarafların birinin yanında konumlanmadan çatışmanın dışında kalarak uzlaşmacı dile alan açan bir anlatım çerçevesi benimsemek”; “yapılan haberlerde provokatif ve/veya propagandif sözcük ve görüntü kullanımından kaçınmak ve nefret dili kullanmamaya özen göstermek”. Ertuna, bu ilkelere bağlı olan gazetecilerin, savaş zamanlarında da barışa kapı aralamakla yükümlü olduklarını belirtiyor.
Elbette bu etik kurallar, varlıklarını kamuoyunu bilgilendirmek, doğru enformasyonu aktarmak, çokseslilik ve tarafsızlık gibi ilkelerle gerekçelendiren medya kuruluşları ve gazeteciler için geliştirilmiş. Başka deyişle, bir partinin, kişinin ya da doğrudan doğruya devletin propaganda aracı olmakla yükümlendirilmiş, kendilerine verilen görev her ne ise sonuna kadar onu yerine getirmekle memur edilmiş; daha önce hiç gerçekten gazetecilik yapmamış ya da bir zamanlar gazeteciyken şimdi bu yeni konumlarının konforunu habercilik yapmaya tercih eden kimseler için değil. Hal böyle olunca, kimsenin kimseyi yaptığı “gazetecilik”ten dolayı eleştirmesine de gerek kalmıyor. Çıkan birkaç cılız ses de hedefine kendilerine gazeteci diyenlerin yaptıkları işi değil, savaş muhabirliğine özenen sunucu Buket Aydın’ın kılık kıyafetini yerleştiriyor. Oysa pek tabii, “Ne var bunda? Bir muhabir savaş bölgesinde de şık olamaz mı?” diye soranların, ya da “Kadın olmasaydı da aynı tepkiyi gösterecek miydiniz?” diyenlerin haklılık payı var. Dahası, Buket Aydın’ın kendisini eleştiren Fatih Altaylı’ya “dilersen sen de sınıra lüks Ferrari’nle git” çıkışı da bu zeminde kendince bir anlam kazanıyor. Bir yandan da sosyal medyada Buket Aydın, kendisinden önce operasyon sahalarına inen Star Tv sunucusu Nazlı Çelik’le karşılaştırılıyor.
Aslına bakılırsa, artık en azından Türkiye’de “savaş muhabirliği” diye bir şeyin yapılması mümkün değil. Bu nedenle sahaya inenin Buket mi, Nazlı mı olduğu çok da fark etmiyor. Son birkaç günde Nusaybin’e havan toplarıyla yapılan saldırının ardından yaşananlar bize “yeni nesil savaş muhabirliği”nin mutlak biçimde “devlete sadakat” üzerine inşa edildiğini ve aslında haberci açısından her şeyin bir performanstan ibaret olduğunu net biçimde gösteriyor. Bunlar sadece iliştirilmiş gazeteciler değiller. Çünkü gazetecilik yapmıyor; daha çok bir performans sergiliyorlar.
Buket Aydın’ı Nusaybin’de çekim yaparak “saldırsanız da buradayız” paylaşımı yapmaya götüren olayların muhabirler açısından başladığı ana dönelim: Bir grup gazeteci, Nusaybin’in Kamışlı’yı en iyi gören noktasında oluşturdukları haber merkezinden canlı yayınlarla an be an operasyonu aktarıyorlar. Sınırın bu tarafından, öte tarafta olup bitenleri anlatıyorlar. Kendilerine aktarılan bilgilerle, izin verildiği kadar. Canlı yayından henüz çıkmışken, bu sefer karşı taraftan atış başlıyor. Keskin nişancılardan biri, gazetecilerin bulunduğu yeri hedef alıyor. İçeri giren bir kurşunla cam patlıyor. Kamera o anın hemen arkasından yeniden kayıtta. Yere yat sesleri geliyor. Bir kadın sesi, komutlar vererek düzeni sağlamaya çalışıyor. Nihayet arkadaşlarına komutlar veren kadın muhabiri görüyoruz. Mikrofonu meslektaşlarına uzatarak yaşananları anlatmalarını istiyor. Ardından anons geçiyor: “Türkiye’nin Barış Pınarı harekatındaki başarısını tüm dünyaya gür sesimizle duyurmaya devam edeceğiz.” Yeni nesil savaş muhabirliği böyle bir şey. Muhabir, açık ve net şekilde, kendi misyonunun çatışma bölgesinden haber vermek değil -eğer iliştirilmiş gazeteci olsaydı en azından böyle söyleyecekti- harekatın başarısını tüm dünyada ve Türkiye’de duyurmak olduğunu ilan ediyor.
Bir gün sonra aynı muhabiri bu sefer başka bir haberde görüyoruz. Adı Beril Solmuşgül. İHA muhabiri. Nusaybin’de yaşanan havan saldırısının ardından röportaj yapmaya kalkıştığı vatandaşa “terör sevicileri” diye bağırıp aracının plakasını anons ediyor. Öncesinde vatandaşla arasında ne gibi bir diyalog geçtiğini bilmiyoruz. Ama vatandaşa istediği cümleleri söyletememiş olmaktan dolayı öfkeli olduğunu ve muhbir muhabirliği kendisine görev edindiğini anlıyoruz. Araya girip sakinleştirmeye çalışan başka bir vatandaş “canı yanıyor, sen daha ne yapıyorsun” diye soruyor. Buna da kızıyor. “Biz de çocuğumuzu bıraktık geldik, sus” diye bağırıyor.
Aynı gün, saldırının yaşandığı bölgede Buket Aydın da var. O da vatandaşla röportaj yapma peşinde. Yıkık bir mutfakta mikrofon uzattığı vatandaşın yaşadığı gerçeklikte, kaybettiği evinin, eşyalarının bir değeri kalmamış, hayatta kaldığına şükrediyor. Hem videoda, hem de paylaştığı fotoğraflarda Buket Aydın’ın gerçekliğinin mikrofonu uzattığı vatandaşın gerçekliğinden ne denli uzak olduğunu görüyorsunuz: İstanbul’dan günübirliğine gelen Buket Aydın’la, evi barkı havan saldırısında yıkılan vatandaş, aynı karede. Sunucu, bu yıkılmış mutfakta çekilmiş fotoğrafı, “Saldırsanız da Buradayız” başlığı ile paylaşıyor. Sonra kendisini eleştiren Mehmet Bekaroğlu’na yanıt verirken “Ailemizi geride bırakıp canımızı hiçe sayıp her türlü riski alıp…..” cümlesini kuruyor. Tıpkı “çocuğunu bırakıp gelen” İHA muhabiri gibi onun da devleti için büyük bir fedakârlık yapmakta olduğunu anlıyoruz. Instagram hesabından saçı, makyajı ve çelik yelekli şıklığıyla bir moda çekimini andıran başka fotoğraflarını da paylaşıyor. Bu fotoğraflar, tam da olması gerektiği gibiler. Yeni nesil savaş muhabirliği tam da böyle bir “şey” çünkü. Elbette, bir yerlerde, “savaşı anlatırken de barışa kapı aralamayı bilen” gerçek gazeteciler var. Ama onlar ya çoktan işlerini kaybettiler ya da alternatif medyanın kısıtlı imkanlarıyla çalışmak zorunda kaldılar. Dahası, haberciliğin bir sadakat performansına ve moda çekimine dönüştüğü bugünlerde, Buket Aydın ve benzerlerinin yaptığı bu “haberciliğe” karşı kimse “terör sevicisi” ilan edilme endişesi taşımadan bir şey söyleyemiyor. Saldırılarda evlerini, yakınlarını kaybeden insanlara ise, eğer hâlâ bu gazeteciler tarafından terör sevicisi ilan edilmedilerse, ölmediklerin şükretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.