Bazen kara haberi önceden sezersin. Telefonun çalışından bellidir:
‘Haciiz!... Haciiz!’ diye çalar.
Mesele, telefonla konuşabilmek değil, onu herkes yapar. Marifet, çalışından anlamak! Fakir irfanı diye bir şey var. Eşyanın dilini anlama yetisi diyebiliriz ona. Örnekse, boş AKBİL? Nasıl ötüyor, ne mesaj veriyor?
‘Faaakiir!... Faaakiiir!’…
Yine fakir zamanlarımın birindeydi ve darlık zamanları, geniş zaman kipindeydi. Fakir sözcüğündeki ‘ir’ kısmının böyle bir anlam kattığını düşünmüş olabilirim. Belki de, edebi formda algılamak hoşuma gidiyordu fukaralığı.
Memleketin havasından mı, suyundan mı artık; hem cıbıl, hem uysaldım. Olmam istendiği gibi, şehrin sakini. Cebimde muska gibi gezdirdiğim nüfus kâğıdımdaki T.C yerine fakir yazsalar, bana daha mantıklı gelebilirdi. Ama yine de kendimi, milyonluk taburlar halinde gezdiğini zannettiğim 'açlık sınırındakiler' gibi hissetmiyordum. Sınırı geçince, 'beterin beteri' ahalisiydi onlar.
Nüfus cüzdanını üzerinde taşırsın bizim buralarda. Senin sen olduğunu demen, inandırıcı olmuyor resmiyette. Polis çevirip sorar, beyanın beş para etmez. Zaten fakirsin, nerede kaldı beş para?
Resmiyet önemli. Öyle kuru beyanla olmaz. 'Normal' insan yalan söyler çünkü. Hem mesela, niye noter diye bir şey var? Yalan demeyeceğine devletin kefil olduğu bir yer, senin yalan demediğini onaylıyor! Hakeza, yeminli tercüman?
'Allah belamı versin ki tam böyle dedi!’ anlamında tasdik ediyor olmalı. Ya da tam tercüme edecekken vazgeçip:
'Hacı, ben yıldım bu İstanbul’dan, tası tarağı toplayıp Güney’e yerleşecem!’ demesin diye yemin vermiş devlete.
Telefonla ulaşmışlardı bana:
‘İhtiyaç kredisi’ diyordu…
'Bey’ diyordu…
'Ne zaman şubemize gelebilirsiniz?’ diyordu…
Para sesini unutmuşum demek, telefondaki kadının sesi su gibiydi! Randevu koparmış gibi heyecan yaptım. Diyemedim ki:
'Bacım bacım, ben senin yerinde olsam, bana kredi mıredi vermem!'
Fakir irfanım pis delindi! Hangi taraf alkollüydü, olanlar oldu, bulaştım faize! Ben değil miydim, bir gün torunlarına söz bırakacak ata olsam:
‘Bulaşma faize, ebene yazık!’ diyen?
Kendime gelmem bir iki ay anca sürdü. Gelen telefonlar artık eskisi kadar işveli değildi... Ve bir sabah çaldı. Hem de, orta sınıf ve üzerinin kavrayamayacağı bir belagatle. Arayan bankaydı. Aslında, banka adına konuşan avukattı sesin sahibi.
Ancak bazı şeyler değişmişti. Telefonun diğer ucundan konuşuyordu. Kadındı yine. Bırak 'seviyeli ilişki' tonunu, alacağı nafakaya bile tenezzül etmeyen güçlü kadın tınısıyla sesleniyordu.
'İşlem yapılacak!’ diyordu…
‘Dosya parası!’ diyordu… İçimden:
‘Nasıl bir faka bastın ulan fakir!’ dedim kendi kendime. 'Kafamı ‘fak’ edeydim de bulaşmayaydım, ‘açeydi gollerini birisi de, alma deyeydi keşke!’ türünden hayıflanmalarla terlemeye başlamıştım. Avukatla benim artık 'ciddi bir ilişkimiz' vardı. Sadece nüfus cüzdanı olan biri değil, dosya numarası da olan biriydim.
Yarı edepli, yarı suçlu dinledim. Bir ara, çocukken çaldığımız erikleri de soracak diye korktum. ‘Zaten komşunun Duran’ına uydum ben, yoksa bizim bahçede de vardı can eriği, hem de ahan beyle beyle!’ diye hazır ettim lafımı ki, en son:
‘Bugün beşe kadar ödeme yapın!’ dedi. Diyaframdan bir nefes aldım:
‘Haftaya bir kısım ödeme yaparım inşallah!’ dedim.
Sen misin inşallah diyen:
‘İnşallah maşallah yook!... İnşallah maşallah yook!... Bugün ödedin ödedin, sana beşe kadar süre!’ dedi.
‘Bakarız bi ara’ gibi anladı benim ‘inşallah’ı herhalde. Bense onun cümlesini:
‘Donuna kadar alırım!’ diye anlamakta zorlanmadım.
O gün bugündür rastgele söylemiyorum ‘inşallah’ı!
Diğer türlü hiç edebi olmuyor!