Bülent Diken: Devrim yok isyan var

İsyan, yarın ne olacak diye düşünmez, böyle bir derdi yok. Devrim fikri daha sistematik ve tekniktir. İsyan ve benzer hareketleri azımsamıyorum. Sadece geldiğimiz noktada partizan, devrimci figürünün olmadığını söylüyorum. Son iki yüzyılın en önemli kavramı – devrim – piyasadan çekilmiş gibi. Sözlüklerde yok, kimse konuşmuyor bu kavramın ne olduğunu. Bir çok ülke olağanüstü hal yasalarıyla yönetiliyor. Amerika, Fransa, Türkiye… Terör yasalarıyla yani olağanüstü hal yasalarıyla. İç savaş olduğu yerde duruyor, devletler olduğu yerde duruyor ama muhalefet yok olmuş gibi. Buna karşılık verebilecek profesyonel bir devrimci figür yok. Son 40 yılın en önemli getirisi bu herhalde.

Abone ol

Filiz Gazi filizgazi@gmail.com

Badiou, bugünün hakim ideolojisinin tek emrinin şu olduğunu söyler: “Fikirsiz yaşa.” Nasıl yani?

Cesur Yeni Dünya’da Huxley, dodo kuşundan bahseder: “Kuş gibi özgür deriz, bu kanatlı yaratıkların üç boyutta da kısıtsız hareket edebilme gücünü kıskanırız. Ama dodo kuşunu unuturuz. Kanatlarını kullanmak zorunda kalmaksızın karnını doyurmayı öğrenen her kuş çok geçmeden uçma ayrıcalığından vazgeçerek sonsuza dek yerde kalmayı seçecektir. ”

Bülent Diken, Metis Yayınları'ndan çıkan İsyan, Devrim, Eleştiri kitabında dodo kuşu için şunu diyor: “Uçamayan, dolayısıyla da gerçekten kuş olmayan uysal dodo kuşu fikirsiz yaşam için iyi bir metafordur. Fikirsiz yaşam, plastik fikirlerle yaşamaya benzer.”

Özgürlük var ama inanmıyoruz. Düşler gerçekleşebilir ama ihtimal vermiyoruz. Zamanında bir ihtimaldi masal gibi bir yaşam ama dodo kuşu misali böyle de nefes alıyoruz, kafi.

68’in sloganı, “kumsal kaldırım taşlarının altında” ama Arnavut kaldırımlı sokaklar asfaltla kaplanmışken nasıl direnilecek? Devrim fikri artık hükmünü yitirmiş olabilir mi? Uğruna savaşılacak bir davaya inanmak da ne demek? “İnsan dayanışması esasen isyandan doğar ve isyan ‘ancak dayanışma ile meşrulaştırılabilir’ diyen Camus bu çağı görse ne derdi?

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için Kadıköy’de yapılan eylemde polislerin, hiç hareket etmeden performasına devam eden sanatçıyı görmemesi manidardı. Bir an bile kararından vazgeçmeyen kadın ilginçtir görünmedi. Şeffaf bir dokunulmazlığı izledik, gerçeğin içinde mucizevi anlardı. Neydi o anların adı? Devrimci ne demek? Bu zamanda proleter mi kaldı, hepimiz aynı çileli yolun yolcusu değil miyiz? Bu devrim hayali, biz zavallı Şarklıların ayakta kalması için kurduğu bir hayal mi? Elin İsveçlisi kurar mı böyle hayaller? Katliam anmasında yuhalayan kalabalığı hatırlayınca, faşizmi seven bu yığınlarla sonumuz ne olacak? İki insan açlık grevinde. Bekleyişin adı, yüksek sesle düşünemediğimiz, buraya yazamadığım. O sözcük ölüm. Niye açlık grevi?

Bu çerçevedeki soruları, siyaset felsefesi, sosyal ve kültürel teoriler, kentleşme, sinema ve göçmenlik üzerinde çalışmaları olan Lancaster Üniversite’si Sosyoloji bölümü ve Kadir Has Üniversite’si Radyo, Televizyon ve Sinema Öğretim Üyesi Bülent Diken’le konuştuk.

“Devrimci” ne demek?

Yüzyıllar boyu, Darwin ve Freud’un kabilelerinden bu yana, antropolojik olarak ne kadar bilgimiz varsa o kadar eskiye giden isyanlar, başkaldırılar var. Moderniteyle birlikte ekonomik sistem değişiyor. Kapitalizm ile tanışmanın evreleri başlıyor. Ondan sonra devrim fikri geliyor. Hem siyasetle hem ekonomiyle aynı anda ilişkili bir kavram olarak geliyor. Kaldı ki, modern toplumu, ekonomik sistemden bağımsız algılayamayız. Dolayısıyla devrim kavramının yerini açan şey modernitedir. Modernite öncesi böyle bir figür yok. İsyan ya da başkaldırıyla farklılaşması da o yüzden. ‘Devrimci’ dediniz siz. 19'uncu ve 20'nci yüzyılda birden bire türeyen bir figür ‘devrimci.’

Profesyonel devrimci diyebileceğimiz kişi için devrim düşüncesi hayatta her şeyden çok önemli. Devlet dediğimiz şeyi anlamak için; Platon’un Devlet’ini, Machiavelli’nin Prens’ini, Hobbes’un Leviathan’ını okursak sürekli bir düşman figürü görürüz. Bu düşmana karşı ben sizi korurum diyen bir devlet oluşum süreci var. Devlet kendisini halkı korumakla meşrulaştırıyor. Yine bu okumalarda görürüz ki iki tehlike var. Biri iç savaş, diğeri dış savaş. Siyasi açıdan en girift sorunsallardan biri devletin gerçekten kafa yorduğu şeyin iç savaş tehlikesi mi yoksa dış savaş tehlikesi mi olduğudur. Birçok siyaset teorisi, devletin gerçek amacının iç savaşı önlemek ya da bastırmak olduğunu söylüyor. Bu tehlikeden dolayı, doğal haklarımızı devlete emanet ediyoruz. Bunun karşılığında devlet de bizi koruyor. İlk sorun şu, doğal haklarımızı devlete verdikten sonra biz neyiz? Sadece pasif bir tebaaya mı indirgeniyoruz? Bir kere söz hakkını kullandıktan sonra ne kalıyor geriye? Mesela, seçimde oy kullandın diye, bir daha beş yıl susacak mısın?

İkinci sorun, devlet bizi koruduğunu iddia ediyor ama neyden koruyor. Dış düşmandan mı yoksa iç savaştan mı koruyor? Düşman kim? Devlet bizi koruduğunu söylerken bizi devletten kim koruyacak?

Buradan çıkan sonuç şu, modern siyasette dış düşman kadar iç düşman da önemli ve bu arka planda kalmış, devlet teorisinde açıktan ifade edilmeyen bir şey. Ta ki 1800’lü yıllarda Marx ve Engels Manifesto’da şunu söyleyene kadar: Toplum denilen şey antagonist bir şeydir. Hem işçi sınıfı vardır, hem de sermaye vardır ve bunlar düşmanvari bir ilişki içindedirler. Dolayısıyla toplumsal bir bütünlükten söz etmek çok zordur. Bunun neticesinde, Marx ve Engels’den itibaren insanlar, devrimci mücadeleye çağrılıyor. Bunun anlamı da bu içsel antagonizm civarında toplaşıp, devleti es geçerek uluslararası birlik oluşturmak. Marksizmin söylediği şey, dünyanın bütün işçileri kendi ulusal kontekslerinde, mücadele içinde savaşmalıdırlar. Yani teknik bir dilde söylersek, uluslararası bir iç savaşa davettir bu. Partizan figürü ya da şu anki tabiriyle devrimci figürü buradan çıkıyor. Devlet teorisinin ardında yatan gerçek figürün iç savaş olduğunu açıkça kabul edip, bununla mücadele etmek için iç savaş terminolojisini kullanarak yani sarmayeye karşı işçi mücadelesini öne çıkarmak.

Dolayısıyla, partizan ya da devrimci bir ülkenin askeri değil, bir fikrin askeri. Mesela İspanya İç Savaşı oluyor. Bütün devrimciler ona katılıyor. İspanya’yla bir alışveriş olduğundan değil. Meselelere, uluslararası bakmak zorunluluğundan. Devrimci kavramını terminolojiye dahil eden Marksizmdir. Belki de en önemli isim bu bağlamda Lenin. Profesyonel devrimci denilen kişi siyaset teorisini öğrenmiş, proleter-sermaye çelişkisini bilerek yola çıkan ve bunu iç savaş retoriği içinde artiküle ederek iç savaşın da uluslararası bir savaş olduğunu söyleyen kişidir.

"Partizan, proleter mücadeleyi öne çıkaran kişidir" dediniz. Marx ve Engels’in “dünyanın bütün işçileri birleşin” sloganının vaktinin geçtiğini düşünüyor musunuz? “İsyan, Devrim, Eleştiri, Toplum Paradoksu” kitabınızda işçi sınıfının yerini doldurabilecek tikel adaylardan bahsediyorsunuz. Göçmen, mülteci, kaçak…

Aksine şu an her zamankinden çok ihtiyaç var. Çağımızın paradoksu bu. Her zamankinden daha çok ihtiyaç varken, her zamankinden daha az bir yönelim var. 21'inci yüzyılda bizi kıvrandıran paradoks bu. Uluslararası bir kimliksizlik politikasına ihtiyaç var. Burada "proleter kim?" sorunu ortaya çıkıyor. Proleter, teknik olarak sermayenin sömürdüğü ya da yabancılaştırdığı herkestir. Bu bir işçi de olabilir, esnaf da olabilir, akademisyen de olabilir ve hatta işsiz de olabilir. Proleter terimi, salt işçiyi kapsamıyor tabii ki.

"SON 40 YILDA DEVRİMCİ BİR FİGÜR YOK"

İsyan, Devrim, Eleştiri, Bülent Diken, Metis Yayıncılık, 2013.

Tüm bu söyledikleriniz esasen dünyada devrimci mücadele olmadığını mı söylüyor? Ortadoğu’da savaşanlar?

Evet. Devrimci denen antagonist durumlar görünür hale geldiği zamanlarda genellikle o antagonizmi taşıyacak kolektif özneler olmuyor. Bu yüzyılda yaşanan neoliberalizm karşısında sol namına güçlü bir düşman yok. Günümüz politikasının en karakteristik özelliği sağ-sol ayrımının bitmiş, rafa kaldırılmış olması. En azından bunun istenmesi. Sol ortadan kalkınca ne oluyor? Macron, Le Pen gibi bir sağla, aşırı sağ arasında bir sahte antagonizm çıkıyor ortaya. Politika bu sahte antagonizmler etrafında örgütlenmeye başlıyor. Trump bir şirketmiş gibi yönetmek istiyor Amerika’yı. Bu anlamda politika ekonomiye indirgenmiş durumda. Din, kültür ve kimlik etrafında örgütlenmeler yaygın.

Devrim düşüncesi yerine isyan, patlama olarak kendini dışa vuran hareketler mevcut. İsyan, yarın ne olacak diye düşünmez, böyle bir derdi yok. Devrim fikri daha sistematik ve tekniktir. İsyan ve benzer hareketleri azımsamıyorum. Sadece geldiğimiz noktada partizan, devrimci figürünün olmadığını söylüyorum. Son iki yüzyılın en önemli kavramı – devrim – piyasadan çekilmiş gibi. Sözlüklerde yok, kimse konuşmuyor bu kavramın ne olduğunu. Bir çok ülke olağanüstü hal yasalarıyla yönetiliyor. Amerika, Fransa, Türkiye… Terör yasalarıyla yani olağanüstü hal yasalarıyla. İç savaş olduğu yerde duruyor, devletler olduğu yerde duruyor ama muhalefet yok olmuş gibi. Buna karşılık verebilecek profesyonel bir devrimci figür yok. Son 40 yılın en önemli getirisi bu herhalde.

Partizan, uluslararası bir iç savaşı öngören bir figürdür. Devrimci, partizan herhangi bir toprak parçası için çarpışmaz. Uluslararası bir fikir için çarpışır. Ortadoğu’da olanlar; kimlikle, kültürle yakın olan şeyler. 19'uncu ve 20'nci yüzyılın devrimcilerinin çoğu göçmendir. Bolşeviklerin çoğu Avrupa kentlerinde yaşamış, 1905’te kaçmış 1917’de geri dönmüşlerdir. Lenin Londra’da yaşamıştır bir dönem, Troçki İstanbul’ da Adalar’da kalmıştır falan. Hiçbir zaman bir kültürü, bir kimliği var etmek için soyunulmuş bir mücadele değildirler. Kesinlikle kimlik politikalarıyla taban tabana zıt bir şey devrimci mücadele.

Marksizmle alışverişi olmayan Nietzsche’nin bile üst insan dediği şey, kimliğine ulaşmak isteyen insan değil, nihilist olduğunu bilip, bu nihilizmi yenmeye çalışan insanın ulaşmak istediği yerdir. Yani kendini yeniden inşa etmek değil, kendini yok etmektir. Proleter, proleter kalmak için değil, proleterlerin olmadığı bir dünya için politikaya yöneliyor. Bizim unuttuğumuz şey bu herhalde, kimliksizlik üzerinden yürüyen sol politikanın olduğu. “Türk müsün, Alman mısın?” sorusu değil, “proleter misin, sermaye misin?” sorusu. Kimlik etrafından örgütlenilmeye başlandığı an, Rosa Lüksemburg’dan sosyal demokrat partiye geçtiğimiz an, sağın önü açılmış oluyor. Bu yitirildiği an faşizm gelir ki 1920’ler Almanya’sı böyledir.

Şu iyidir bu kötüdür demiyorum. Siyaset böyle bir şey değil. Siyaset, duruma göre çoğu kez pragmatik bir şekilde ne işe yarıyorsa onu kullanmaya yöneliktir. Önemli olan düşmanını belirlemek. Devrimci figürü tam da bu işe yarar.

Devrim “gelecekte” gerçekleşmesi muhtemel bir düş. Dolayısıyla sürekli peşinden gidilen ama yakalanamayan bir şey sanki. Belki de çoğu insanın, hayatının anlamlı hale gelebilmesi için umutlu olma meşgalesi.

Ve üstelik devrimlerin hepsi kötü bitiyor. İsyan, devrim gibi hareketlerin trajik bir tarafı var. Antik Yunan’daki trajik kavramını kullanıyorum. Kötü bitiyorlar ama iyi bir an yaşatıyorlar. Yeni değerler yaratıyorlar.

Devrim kavramı az gelişmişlik alameti olabilir mi? Ancak “totaliter” Müslüman Şark'ta meydana gelebilecek bir hayal. İsveç’de yaşayan biri hangi devrimi istesin?

Sefalet artınca devrimci potansiyel artmıyor. Stalincilerin zamanında, sefalet teorisi beğenilen bir teoriydi. “Bırakalım. Sefalet artarsa devrimci koşullar olgunlaşır” gibi. Son 40 yıl içinde sefaletin bu kadar arttığı bir dönem yok dünyada. Popülist sağ politikaların da bu kadar kazandığı bir dönem yok. Sefalet daha azken, sosyal demokrasi daha güçlü, sağ- sol politikası daha var durumda. O orantı çalışmıyor bugün kanımca.

İsveç örneğinize gelince… Avrupa, tam anlamıyla bir tüketim toplumu. Bu, çalışan kesimi pasifleştiren, birleşmeyi, örgütlenmeyi engelleyen bir durum. Niye? Avrupadaki işçiyle, üçüncü dünya ülkelerinden birinde çalışan işçinin eline geçen şeyler çok farklı. Dolayısıyla dayanışmayı yok eden bir strateji olarak çalışıyor bu sistem. Toplum modernleştikçe, halkı denetleme mekanizmaları da o kadar rafineleşiyor. Aslında liberal demokratik bir çerçeveden düşününce özgürlüğünün var olduğunu konuşuyoruz ama bir o kadar da medya aracılığıyla, biyopolitik yönetim teknikleri aracılığıyla halkların çok çok denetlendiği toplumlar bunlar.

Huxley’in Cesur Yeni Dünya’da Bernard karakteri, Lenina karakterine, “özgür olmak istemez misin Lenina?” diye sorar. “Ne demek istediğini anlamıyorum. Ben zaten özgürüm” der Lenina. Kendisini zaten özgür görmek, Adorno ve Marcuse gibi faşizmden kaçmış düşünürler için bile totaliter bir rejimde yaşandığının göstergesidir. Dodo kuşu gibi. Uçamayan bir kuş ne kadar kuştur? Faşizmden kaçan bütün Almanlar, Amerika’ya gittiğinde tam da sizin sorunuzun ortasına düştüler. Biz totaliter rejimlerden kaçtık, tüketim kültürü de onun kadar sorunluymuş gibi…

Bir de eski Doğu-Batı ayrışması yok artık. İsveç’te fakir olmak ya da İngiltere’de fakir olmak çok çaresiz bir durum. Kast sistemi gibi düşünün. Bir çocuk yanlış bir adreste doğuyorsa, o çocuğun orta sınıf olabilmesi bir mucizedir. Buralara göre sınıfsal yapı daha katı. Bir toplum ne kadar gelişmişse, hiyerarşiler de o kadar kemikleşmiş, oturmuştur.

"FİZİKSEL OLMAYAN ŞİDDET, FİZİKİ ŞİDDETTEN KATBEKAT ŞİDDETLİ OLABİLİR"

“Şiddet zorunludur fakat ne kadar şiddetin devrimci şiddet olacağını hesaplamanın bir yolu yoktur. Devrimci teröristin, devrim için ne kadar şiddet gerektiğine dair belli bir ölçüsü yoktur. Böyle bir hesaplamanın olmadığı yerde yaratıcı şiddet ile verimsiz şiddet arasına kesin bir çizgi çizmek mümkün değildir” diyorsunuz yine aynı kitabınızda. Şiddet içermeyen bir devrimin (ya da her neyse adı direniş, toplumsal refleks) olamayacağını anlıyorum buradan.

Lenin şöyle diyor: Biz bireysel teröre karşıyız ama örgütlü teröre karşı değiliz. Marx daha çok parlementer sistemi kullanmaya meyilli. Ama ikisi için de şiddet, siyasetten bağımsız düşünülecek bir şey değil. Şiddet yoktur demiyor kimse, sadece devletin tekelindedir. Terör deniliyor ama tarih sahnesinde asıl terörü kullanan hep devletler olmuştur. Şiddet, devletin bir aygıtı.

İkincisi ekonomik sistemin ürettiği bir şiddetten bahsedebiliriz. Şiddet der demez, bireysel teröristlerin orada, burada patlattığı bombalar geliyor aklımıza. Kapitalizm karşısına çıkan her şeyi yerli bir ediyor. Bütün zanaatler, meslekler… 18'inci yüzyılda var olan, 19'uncu yüzyılda yok olan şeyler. Liberal düşünce şiddete karşı ama cevaplaması gereken soru şu: Şiddet kullanmadan ekonomik ya da sosyal bir dönüşüm nerede gerçekleşmiş?

Retorik yapmıyorum ama şunu da not düşmek gerek. Bazen pasifliğin kendisi de çok şiddetli bir şey olabilir. Pasif direniş de bir şiddet içeriyor. Gandhi örneğin. Şiddet sadece koşuşturmak değil. Yeri geldiğinde itaat etmeyen, bir milim yerinden kıpırdamayan herhangi bir kişi de çok büyük bir şiddet oluşturur. Önemli olan iktidar mekanizmalarının işleyişini önlemek. Mesela Herman Melville’in, Kâtip Bartleby kahramanı son derece pasif bir figürdür. “Bunu yapmamayı tercih ediyorum” der. Bu da şiddet. Fiziki olmayan şiddet, fiziki olan şiddetten katbekat daha şiddetli olabilir.

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için yapılan bir eylemde polis kitleye saldırırken, performans sanatçısına saldırmıyor. Bu sahne komik bulundu ama bir yanıyla anlamlı, enteresan bir sahneydi. Orada gördüğümüz yaratıcı şiddet miydi? Durmak…

Tam da dediğiniz gibi. Şiddet o. Yaratıcı şiddet. Şiddeti sadece fiziki şiddete indirgemek çok yanlış. Sembolik şiddet var mesela antropolojide. Sanatta da kullanılan bir şiddet türü bu. "Yumurtaları kırmadan omlet yapılmaz" demiyorum, sığlık olur. Faşizm, frenlerin patlak olması şeklinde anlatılır. “Devrim, tarihin motorudur” diyor ya Marx, belki kısmen doğru. 20'nci yüzyıla geldiğimizde, Walter Benjamin bir parça Marx’ı tiye alarak ama Marx’la birlikte düşünerek “hayır” der, “devrimler, tarihin motoru değildir. İmdat frenleridir.” Körü körüne giden mekanizmayı durdurabilmek devrimdir. Her şeyin akışkan olduğu, kimsenin lokalize edilemediği, korkudan oraya buraya sıçradığı bir çerçevede yerinde sabit durabilen bir figür her zaman ilgi çekecektir.

"DEĞİŞ-TOKUŞU YAPILAMAYAN TEK ŞEY KALDI ELİMİZDE: ÖLÜM"

Açlık grevi için ne düşünüyorsunuz?

İlk aklıma gelen şey çaresizlik. Çaresizlik demek, yöntem kalmaması demek. Başvurulacak bir yöntem kalmaması. Güçsüzlükten de olabilir. "Açlık grevi" denilirdi eskiden şimdi ölüm orucu tabiri de kullanılıyor. Oruç, teolojiden aldığımız bir kavram. O dinsel tını ne anlama geliyor acaba? Yüksel Aksu’nun “İftarlık Gazoz” filminde, çocukken oruç tutamayan bir genç çok daha sonra örgütlü bir militan oluyor. 90’lı yıllarda hapse düşüyor. Yanlış hatırlamıyorsam, 60 gün oruç tutuyor. Dinle yapamadığını siyasetle yapıyor. Sekülerleşme böyle bir şey zaten. Bugün bunun anlamı nedir? Bunun düşünülmesi gerekir diye düşünüyorum.

Diğer bir noktaya geleyim. Bedeni, siyasal bir araç olarak kullanmak, ismi ne olursa olsun, insan bedeninin politika yapmanın aracı haline gelmesi… İstisnanın kural olduğu, olağanüstü halin normalize edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Biyopolitik yönetimsellik araçlarıyla yönetiliyoruz. Modern toplumu götüren iki şey var: Biri biyopolitika, diğeri medya. Biyopolitika insanı bir bedene indirgiyor, medya ise bir imgeye. Konuşamayan beden ile bedensiz imgenin çakıştığı şeyin teknik adı “istisna.” Biyopolitik toplumda elbette son kertede bir çok insan bedenini politize etmeye yönelecektir ama zaten biyopolitika politikayı bedene endekslemek demek. Biyopolitika, insanları vatandaş olarak görmez, beden olarak onları politikaya dahil eder.

Aristo’nun tanımıyla insan neydi, politika yapan hayvan, “zoon politikon.”

Politika yapan hayvan ama tam da politika sayesinde hayvanlığın ötesine geçen, yani beden olmanın ötesine geçebilen bir varoluş biçimi insan.

Şimdi bütün dünyada bedenin ön plana çıktığını görüyoruz. Havaalanına girdiğimiz anda güvenlik kontrolünden geçmek demek, sistemin beni beden olarak tanıması demek. Sonradan pasaport kontrolü. Aynı anda imgeye ve çıplak bedene indirgeniyorsunuz. Bizi hayvan yapan çıplaklık, politikada ön plana çıkmaya başladı. Biyopolitik topluma tepkinin de biyopolitik olma eğilimi göstermesi düşünülmesi gereken bir şey. Sizin alanınız, bilirsiniz. Sembolik değişim var antropolojide, “karşılılık prensibi”ne alternatif olarak kullanılan. Ben şu hesabı ödüyorsam yarın sen de şu hesabı ödüyorsun. Modern gündelik hayat da bu bahsettiğimiz “karşılılılık prensibi” üzerinden yürüyor. Her şeyin bir değiş-tokuş değeri var. Bunun tek istisnası var. Baudrillard’ın dediği gibi, ölüm değişim nesnesi olamıyor. Tüketim toplumunda, sermayenin her şeyi belirlediği bir toplumda, değiş-tokuşu yapılamayan tek şey ölümse, ölümüne oynamak, ister istemez bir meydan okumayı içeriyor. Dinci gruplarda da böyle. 2001’de, El Kaide’nin şöyle bir açıklamasını hatırlıyorum: “Amerikalılar yaşamayı ne kadar çok istiyorsa, bizim adamlarımız da ölmeyi o kadar çok istiyor.” Bu politika için sadece İslamcı, fundamentalist olmak gerekmiyor. Değiş-tokuşu yapılamayan tek şey kaldı. “Ben her şeyi yitirmeye razıyım” demek açlık grevi. Bir oyuncu, oyunu bozduğunda başka bir oyuna geçtiğini sezersiniz. Oyun dağıtılıyor ve başka bir oyuna başlanılıyor. Yaratıcı bir yanı da var bunun ama bu meydan okumanın cevabı ne olabilir mesela? Muhatap teslim olabilir mi? Tartışması zor bir konu. Siyasetle ilgilenen bir teorisyen olarak düşünüyorum. İnsanlar politik kanalları bırakıp bu yollara başvuruyorlarsa herkesin ciddi olarak politikanın kaderini düşünmesi gerekir. Bu ölümcül bir oyun, geriye dönüşü çok zor.

Seyircisi yoksa bu oyunun. Kitleler için ve karşı olduğu sistemin yöneticileri için bir önemi yoksa. Ses duyuluyor, meydan okuma görünüyor ama “durun” diyen bir geri dönüş yoksa nedir açlık grevinin anlamı?

Bence seyirci var. Çoğunluklar izliyor bu oyunu. Kimisi hayranlıkla. Kimisi için onlar şimdiden hayatını yitirdi. Onun fantezisini kuranlar var. Öleceklerinin korkusunu yaşayanlar var. Cesaret bulanlar var. Medyatik bir imgeye indirgenmesi de söz konusu olabilir. Bittiği düşünülen bir tarzdı açlık grevleri, 21'inci yüzyılda geri geliyor. Antropolojide, toplumu kurmanın kuralı, iki kişinin bir üçüncüsünü bulup, onu günah keçisi ilan ederek linç etmeleri. O sayede “biz” olunabiliyor. Bu figür bütün bu antropolojik kurguyu yerle bir ediyor. Trajik bir boyutu var. Göz göre göre bir insan öznelliğini, toplumsallığını yitiriyor. Trajedilerde de olan budur. Birileri hayatını kaybeder ve simge olarak geri döner. Fiziksel olarak işgal ettiği toplumsal konumun yerine sembolik bir konum kazanır. Teorik olarak anlamlandırmaya çalışsak da trajik bir senaryo karşımızdaki.

Badiou, “siyaseti devletten özgürleştirmek” diyerek neyi kast ediyor? Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü, HDP’nin Vicdan ve Adalet Nöbeti; siyaseti, devletten özgürleştiren atılımlar mı?

Röportajın başında, partizan, asker değil, devlet dışı bir figür dedik. Yine oraya dönmemiz gerekiyor. Politika yapabilmek için devlete mesafeli olmak gerekir. İkincisi, sermayeye mesafeli olmak gerekir. Üçüncü ise "olay" ne ise onun tarafında olmak. Olay dediğim, fark yaratan her şey. Politika için pek bir şey yapmanıza gerek yok, ruhunuzu satmayın yeter, denir. Durmak, en önemli aktivite belki de. Benim kahramanım Diyojen mesela. Atina’da fıçıda yaşıyor. Neden? Deli olduğu için fıçıda yaşamıyor. Fıçıda yaşadığı için ne devlete, ne de sermayeye muhtaç. Karşısına İskender çıktığında, "gölge etme başka ihsan istemez" diyor. Niye gölge etme diyor? Çünkü İskender, kendisini güneş zannediyor. "Bütün iyilikler olsa olsa benden gelir" diyor. "Güneş sen değilsin, çekil karşımdan yeter" diyor Diyojen. Politik tavır bu. Bunu diyebilmek için iktidarla mesafeni korumuş olman gerekiyor. Milyonlarca insan, şu koşullar yerinde değil, şöyle olsa böyle yapardık falan diye konuşuyor. Koşul falan lazım değil. Sırası geldiğinde Diyojen gibi davranmak yeterli.

Sorunuza gelince, konuştuğumuz siyasetin güçle ilişkisi var, adaletle değil. Örgütlenmeyi bırakıp adalet istemeye yönelirse farklılaşır durum. Politikanın karşı tarafın niyetine kalmaması gerekir. Onun bir garantisi yok. Zaten niyeti neyse yapar gücü olan, yapıyor da. Tabii ki adalet arayışı itekleyici bir güç. Azımsanamaz, ama böyle bir tarafı olduğunu da söylemek gerekir. İnsan birinden bir şey talep ediyorsa zaten onu kendisinden üstün bir yere koyduğu içindir.

"POLİTİKAYI UMUT YA DA KORKUYA BIRAKINCA ASIL FELAKETLER O ZAMAN BAŞLAR"

Faşizmi seven kitleler var. Konya maçında, Ankara Katliamı için yapılan saygı duruşunda yuhalayan, ıslık çalan kitleyi izledik. Aynı zihniyetin izlerini taşıyan başka benzer örnekler de var. Bunlara bakıp, amiyane tabirle “bunlardan hiç bir şey olmaz” denebilir. Siyaset bilimci değilim ama kanımca kitleler çok kolay kandırılabilir, yönlendirilebilir, en vahşi milliyetçi olanları bile seçilen tek bir liderle bir anda değiştirilebilir gibi geliyor. Yığınları anlamanın bir formülü yok mu? Kendilerine sunulan yaşamın fecaat olduğunu nasıl görmüyorlar?

Düşündürücü bir soru. Bu sorunun cevabı, yüzyıllardır siyaset bilimini uğraştırıyor. Marksizmi de liberalizmi de yoran bir çıkmaz bu. Marx, işçilere gerçek çıkarlarını gösterdiğinde onların arkasından geleceğini düşündü ama insanların çıkarını bilmesi çıkarına göre davranmasını gerektirmiyor. Çıkarına ters davranabilen bir varlık insan. Rasyonalite yok burada, duygular var. Popülizmin arkasındaki gizem bu. İşsiz kalan kalabalıklar, onları işsiz bırakan elitlerin etrafında toplaşır ya da peşlerinden koşarlar. Bir paradoks da bu. Akılla açıklanacak bir şey değil. Ancak duygularla anlaşılabilir. Karşımızdaki sorun şu: Duygularla rasyonel politikanın ilişkisi ne? Liderleri lider yapan şey duyguları çok iyi organize edebilmeleri. Mustafa Kemal bunlardan biri örneğin.

Faşizm deyince birçok kişi tepeden inme bir düzen hayal ediyor. Faşizm bu demek değil. Mikro kılcal damarlara giden bir şey faşizm. Bu bağlamda en önemli şey insanların buna gönüllü bağlanması. Nasıl olur da insanlar baskı altında olmayı arzular? Bilmecesi bu. İktidar ve yığınların ilişkisi bir haz ilişkisi. Erotik bir yanı var iktidar sevgisinin. Sorunuz dışında, bu faşizm mi, değil mi tartışmalarına bakmak istiyorum. 1930’ların Almanya'sındaki faşizme bakarak, salt o kıstasları ararsak dünyada faşizm bulamayız. Esasen, tekrar hep bir farkı içerir. Hiç bir Hamlet oyuncusu ikinci gün aynı şekilde oynayamaz. Zaten yaratıcılık da bu tekrardan gelir. Faşizm de böyle. Zamana göre kendini uyarlıyor. İnsanlar daha çok kötüye gitmesinden korkuyor ama zaten oradayız. Şu olmazsa bu olur diye korkular üretiliyor.

Ben Machiavelli’den şunu öğrendim: Politikanın yarısı şanstır, diğer yarısı akıl işidir ve bu politika yapmaya yeter. Politikayı umut ya da korkuya bırakınca asıl felaketler o zaman başlar. Şansın simgesi klasik çağda Fortuna adındaki tanrı. Çoğu kez bu kartal olarak hayal ediliyor. Kartal, kaplumbağayı alır yükseğe taşır. Kaplumbağa başına “talih kuşu’’ konduğu için sevinir ama belli bir yükseklikten sonra kartal onu bırakır ve aşağıda parçalayıp yer. Talih kuşunu beklemek çok iyi bir şey değildir politikada. Dodo kuşu ve talih kuşu. Politikada en önemli iki tehlikenin simgeleri.