Bülent Şık: Gıda güvenliğine yönelik en büyük tehdit savaştır
“Soframıza gelen ette, savaş mağduru milyonlarca insanın kan ve gözyaşı var” diyen gıda mühendisi Dr. Bülent Şık’a göre Türkiye’de Kürt sorunu demokratik yollardan çözülmediği sürece gıda güvenliği de sağlanamaz.
Hemen her gün TV programlarında sağlıklı beslenme yöntemlerine
dair sayısız program yapılıyor, tavsiyeler, reçeteler sıralanıyor.
Fakat başta gıda mühendisleri olmak üzere bu alanda çalışanlar
çoğunlukla “büyük resme” bakmıyor. Çünkü o büyük resimde
uluslararası veya bölgesel güçlerin kapitalist şirketlerle el ele
yürüttükleri sömürü savaşları var.
Savaşlar sadece meydana geldiği anda öldürmez, ölümleri çok uzun
bir döneme de yayar. İnsanları ağır ölüme, sakatlığa, sağlıksız
yaşama mahkûm eden sömürü savaşlarının göbeğinde bulunduğumuz
halde, soframıza gelen etteki kanı da zehirli kalıntıları da
görmezden geliyoruz.
Savaşa karşı çıktığı için üniversitedeki görevinden ihraç edilen
Barış İçin Akademisyenler’den Bülent Şık, yaptığı araştırma ve
hazırladığı raporlarda bu bağlamı kuran az sayıda bilim insanından
biri. Savaşla yediğimiz yemekler arasındaki bağlam için Bülent
Şık’a kulak kesilelim.
Gıda ve beslenme güvenliğine ilişkin yaptığınız
çalışmalarda dikkat çekici nokta, bunu kapitalizmden, yürütülen
savaş ve yıkımlardan, göçlerden, büyük kartellerden bağımsız ele
almamanız. Gıda güvenliğine ilişkin tavsiyelerde çoğunlukla “şunu
tüketmeyin, bundan uzak durun, şunu yiyin” denilerek bireysel
tutuma dikkat çekiliyor. Sizce bireysel tercih değişiklikleriyle
sağlıklı, güvenli beslenmek mümkün mü?
Mümkün olduğunu söylemek olanaklı değil. Savaş, çatışma, şiddet,
göç sorunları gıda veya ziraat mühendisliği alanına giren
konularda, örneğin gıda güvenliği çalışmalarında pek dikkate
alınmaz. Akademik ve teknik camia öncelikle gıda güvencesine, yani
toplumun kendisine yetecek kadar sağlıklı gıdayı üretmesine ve bu
gıdaların sağlığa zararlı fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik
unsurlardan arındırılmasına odaklanır. Üretimi ve verimi artırmak,
tarladan çatala uzanan bütün üretim-tüketim sürecinde gıdayı
sağlıklı kılacak şekilde muhafaza etmeye çalışmak, besleyici
öğelerini yitirmemesini sağlamak gibi teknik-hijyenik anlayışa
yaslanan bu yaklaşım yetersizdir. Çünkü şiddet ve savaş, gıda
güvencesine ve güvenliğine yönelik en büyük tehdittir. Türkiye
açısından da güncel çok sayıda örnek, gıda güvenliğine yönelik
tehditler oluşturuyor.
Kürt meselesi, Suriye’deki savaş…
Tabii, Suriye ve Irak’taki çatışmalar, Türkiye içinde kırk yılı
bulan Kürt meselesi bağlamlı çatışmalar hem gıda güvenliği hem de
gıda güvencesi açısından ciddi sorunlar yaratıyor.
Bu konuya geri döneceğiz ama son zamanlarda üzerinde
çokça durduğunuz obezite ve ucuz gıda meselesini biraz konuşalım.
Sosyal Haklar Derneği için hazırladığınız çocukluk çağında obezite
sorununa ilişkin raporda, çocukların besin içeriği düşük, şeker
içeriği yüksek, kilo alımlarını kolaylaştıran, erişimi kolay, ucuz
yiyecek ve içeceklerle örülü bir hayata maruz bırakıldığını ifade
ediyor ve bunun “kamu yönetim suçu” olarak tanımlanması gerektiğini
söylüyorsunuz…
Tüm dünyada, 0-18 yaş grupta obezite yıldan yıla korkunç oranda
artıyor. Dünya Sağlık Örgütü, obeziteyi bir salgın ve en önemli
halk sağlığı sorunlarından biri olarak görüyor. Türkiye’de yirmi
yıl öncesine göre obezite kat be kat artmış durumda. Türkiye’de
2014’te yapılan “Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması”
sonuçlarına göre 0-18 yaş aralığındaki 2 milyon çocuğun obezite; en
az 3.5 milyon çocuğun ise obeziteye yatkınlığı artıran kilolu olma
sorunu ile yüz yüze olduğu tespit edilmiştir. Türkiye’de şeker
hastalığı görülme yaşı da giderek düşüyor. Bunun en önemli nedeni
çocukluk çağında gözlenen obezite sorunu.
Obezite sorununu aşmak için yetkili kurumlar daha az
yemeyi, hareket etmeyi tavsiye ediyor. Sorun böyle aşılabilir
mi?
Sağlık Bakanlığı’nın bakışı vücuda giren kalorinin ihtiyaçtan
daha fazla olduğu ve az hareket etmenin soruna kaynaklık ettiği
yönünde. Vücudunuza giren kalori miktarını iyi ayarlar ve hareketli
yaşarsanız obez veya aşırı kilolu olmazsınız gibi bir anlayış var.
Sağlık Bakanlığı “dikkatli ve dengeli yiyin ve çok hareket” diyor.
Fakat mevcut koşullarda, özellikle de çocuklar açısından bunu
sağlamak çok zor.
'ZARARLI GIDA ÜRETİMİ KAMU YÖNETİM SUÇU OLARAK KABUL
EDİLMELİ'
Neden zor?
Büyük bir markete girdiğinizde fiyatı 50 kuruşla 3-4 lira
arasında değişen 600-700 çeşit ürün bulursunuz. Bunlar içinde
çeşitli unlu mamuller, çikolatalar, şekerlemeli barlar, jöleli
şekerlemeler, cipsler, kolalı, meyve aromalı, çay aromalı vs. gibi
çeşit çeşit alkolsüz içecek var. Abur cubur olarak nitelenen bu
ürünlerin ortak noktası, gıdanın doğasında olmayan, sonradan ilave
edilmiş şeker içermeleri. Bildiğimiz çay şekeri veya mısır şurubu
yahut früktoz gibi şekerleri kastediyorum. Abur cubur gıdalarda
protein, vitamin, mineral gibi besleyici öğeler ya çok düşük ya da
hiç düzeyinde bulunur; genellikle yüksek miktarda şeker içeren
ürünlerdir. Dünya Sağlık Örgütü, obeziteye karşı tedbir olarak,
günlük aldığımız şekerin ihtiyacımız olan kalori miktarının yüzde
5’ini aşmaması gerektiğini söylüyor. 10 yaşında bir çocuğun günlük
2 bin kaloriye ihtiyacı varsa, alacağı şeker miktarının 100
kaloriyi aşmaması lazım yani. Fakat bir çocuk okul kantininde
herhangi bir meyve aromalı içecek veya koladan bir bardak içtiğinde
ya da kek, çikolatalı bar vs. gibi ürünlerden sadece bir kez
yediğinde bile bunu rahatlıkla aşıyor.
Bu tür ürünlerin okul kantinlerinde satışı yasak değil
mi?
Sağlık Bakanlığı yasak diyor ama bunların farklı isimler altında
satıldığını gördüm. Firmalar ürünün içeriğini aynı tutup başka bir
isim vererek piyasaya sokuyor. Ayrıca çocukların okul dışında da bu
ürünlere erişimi çok kolay. Piyasada satılan gıdaların üçte
ikisinde, herhangi birinden bir paket yediğinizde veyahut günde bir
bardak buzlu çay, kola, fanta, limonatalı veya meyve aromalı içecek
içtiğinizde, Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği limiti rahatlıkla
aşıyorsunuz. Dolayısıyla çocukların obez olmasını çok kolaylaştıran
bir gıda çevresi var. Obezite kamu ve çevre sağlığını önemsemeyen,
tüketimi artırmayı iktisadi büyümenin odak noktasına koyan piyasa
ekonomisinin ve sorunun gerçek nedenlerini teşhis etmekten ve doğru
önlemler almaktan uzak kamu politikalarının bir sonucudur. Obezite
çocukların yeme arzularını frenleyerek, beslenme konusundaki
bireysel tercihlerini rasyonel kararlara göre şekillendirerek
çözebilecekleri bir sorun değil. Çocuklar kilo alımlarını
kolaylaştıran bir gıda çevresi içinde bulundukları sürece
hareketliliklerini arttırmak bir işe yaramaz. Çocuk sağlığını
koruyacak önlemleri almakla mükellef kurumlar kamu kurumlarıdır ve
bu sorumluluklarını yerine getirmemelerini bir kamu yönetim suçu
olarak görüyorum.
Çözüm ne?
Ebeveynlerin tüketim alışkanlıkları, reklamlar, market ve okul
kantinlerinde bu ürünlere erişimin kolaylığı, ürünlerin ucuzluğu
düşünüldüğünde, çocukları korumak çok zor. Çocukları sürekli
kontrol altında tutmak da pedagojik olarak doğru bir yöntem değil.
O yüzden yapılacak şey, bu ürünlere olan erişimi azaltmak. Bakanlık
“iyi gıdalar yiyin” diyor ama ne çocuklardan ne de yetişkinlerden
sürekli “iyi gıdalar” yemelerini, rasyonel davranmalarını
bekleyebilirsiniz. Mesele bireysel tercihe bırakılmayacak kadar
ciddi. Zarar verici ürünlerin bırakın piyasaya sürülmesini,
üretilmesini de engelleyecek bir mevzuata ihtiyaç var.
'BİR LİTRELİK ALKOLSÜZ İÇECEKTE 35 İLA 75 KESME ŞEKER
VAR'
Abur-cubur denen bu tür ürünlerin üretimini, satışını
yasaklayan herhangi bir ülke var mı?
Çok ender. Ama bu ürünleri sağlığa zararlı madde olarak gören
akademik çalışmalar çok. Bu ürünlerin içeriğinde besleyici öğeler
çok az. Çoğunda mineral, proteinli maddeler, aminoasitler gibi
insanların metabolizması için gerekli olan unsurlar yoktur bile.
Ama bunların ilave şeker oranları çok yüksek. Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı sürekli alkollü içecekler üzerinden baskı
kuruyor ama özellikle çocuk-ergen sağlığı açısından asıl sorun
alkolsüz içecekler. Alkolsüz içecek tüketimi son yirmi yılda üç kat
arttı. Herhangi bir alkolsüz içeceğin bir litresinde ortalama 35
ile 75 kesme şeker var!
Nasıl yani?
Mesela bir litre kolada 112 gram şeker var. Bu 56 tane kesme
şekere denk geliyor. Çok tüketilen bir limonatalı içecekte litrede
70 tane kesme şekere denk şeker var ve bu gerçekten dehşet verici
bir rakamdır.
Günde bir, hatta iki litre kola içen çocuklar var. Nasıl
oluyor da bu çocuklar şeker komasına girmiyor?
Uzun süre bu tip şekerli ürünlere maruz kalındığında,
vücudumuzdaki kan şekerini düzenleyen insülin metabolizması
bozuluyor. Bu da eninde sonunda şeker hastalıklarının ortaya
çıkmasına neden oluyor. Ama sadece şeker değil; obezite şeker
hastalığı, kalp ve damar hastalıkları ve felç gibi pek çok sağlık
sorununa yol açıyor. Piyasada bu tür sorunlara sebebiyet veren
birkaç bin ürün var. Herhangi bir çocuk her gün bu ürünlerden
herhangi bir tanesini yediğinde, örneğin bir bardak kola, limonata
veya aromalı içecek içtiğinde ya da şekerleme, çikolatalı bar vs.
gibi şeker içeriği yüksek ürünlerden bir adet yediğinde Dünya
Sağlık Örgütü’nün önerdiği günlük şeker alım oranının üzerine
rahatlıkla çıkıyor. Bu durumda zamanla obezitenin gelişmesi
kaçınılmazdır.
'OBEZİTE AFRİKA’DA SALGINA DÖNÜŞMÜŞ
DURUMDA'
Şekerin fiyatını göz önüne aldığımızda, içinde bu kadar
yüksek düzeyde şeker olan ürünler nasıl oluyor da ucuza
satılabiliyor?
Düşük maliyetli şeker! Dünya genelinde gıdalarda kullanılan esas
şeker kaynağı, mısır şurubu. Bu da gıda endüstrisi için çok ucuz,
kullanışlı bir ham maddedir. Şeker çok ucuz ve ürünlerin içinde
şekerden başka bir şey olmayınca ucuza satılabiliyor. Örneğin
kolanın içinde şeker, su, karbondioksit gazı ve asitli maddeler
dışında hiçbir şey yok.
Dolayısıyla bu ürünlerin daha ziyade yoksullar
tarafından satın alındığını da söyleyebiliriz…
Doğru. Nitekim gelir seviyesi görece yüksek olan ülkelerden
ziyade Afrika’nın, Asya’nın yoksul ülkelerinde bu ürünlerin
tüketimi artıyor.
Eskiden Afrika denince açlıktan zayıf düşmüş insanlar
gelirdi akla. Şimdi orada da obezite sorunundan söz etmek mümkün
mü?
Özellikle belli Afrika ülkelerinde obezite bir salgın haline
dönüşmüş durumda ama bunun da açlıkla, yoksullukla, yetersiz
beslenmeyle doğrudan ilgisi var. Beslenme dediğimiz şey, yiyecek ve
içeceklerle pek çok besleyici öğenin vücuda alınmasıdır. Fakat
yüksek düzeyde şeker içeren işlenmiş gıda ürünlerini tüketmek
beslenme anlamına gelmiyor ve kilo alımı kaçınılmaz oluyor.
Vücudumuz sürekli şeker bombardımanına maruz kalıyor, bir süre
sonra baş edememeye başlıyor ve pes ediyor. Kilo alımı, vücudun bu
bombardıman karşısında pes etmesidir.
Bu işlenmiş gıdaların üretiminde kimler başı
çekiyor?
Dünya genelinde üretilen işlenmiş gıdanın yüzde 35’ini beş tane
büyük şirket kontrol ediyor. Yaklaşık otuz bin civarında işlenmiş
ürün var piyasada. Bunların önemli bir kısmı son derece ucuz.
Dolayısıyla geliri düşük insanların bu maddelere yönelmesini
anlamak mümkün.
'TÜRKİYE’DE YASAKLI TARIM İLAÇLARI KULLANILMAYA DEVAM
EDİLİYOR'
Obezite sadece yoksul Afrika ülkelerinde değil, esas
Amerika’da çok ciddi bir sorun. Amerika neden bu sorunun üstesinden
gelemiyor?
Çünkü onlar da tıpkı bizdeki Sağlık Bakanlığı gibi, beslenmeyi
tamamen bireysel tercihlere terk etmiş durumda. On binlerce
sağlıksız ama ucuz gıda maddesi üretip sonra da insanlara
“içlerinden sağlıklı olanları seç” demek doğru değil. Sağlıklı
beslenmeyle gelir arasında kuvvetli bir ilişki var. New York’un
yoksul kenar mahallerindeki marketlerde sebze reyonu bile yoktur.
Sağlıklı beslenmeye yönelik ürünler bu tür mahallelerde bulunmuyor
bile. Bunun yerine bol miktarda fast-food zinciri var ve yediğiniz
her şeyin içinde ciddi bir mısır şurubu var. Bu da hızlı bir
biçimde kilo almanıza neden olur. O yüzden obezite oranı, gelir
düştükçe artıyor. Amerika’da gıda mevzuatını düzenleyen kamu
idaresinin yaptığı çalışmalar son derece yetersiz. Dünyada, halk
sağlığını koruma bağlamında gıda güvenliği mevzuatının en berbat
olduğu ülkelerden biri Amerika’dır. Çünkü büyük şirketlerin ulusal
ve uluslararası alanda gıda mevzuatının şekillenmesinde çok
belirleyici bir etkisi var. Bu şirketler sadece siyasal süreçleri
değil aynı zamanda bilimsel araştırmaların seyrini de belirleme
gücüne sahip.
Nasıl belirliyor?
Mesela bundan 20 yıl geriye gittiğimizde GDO’nun zararlarından
ziyade faydalarından söz eden akademik çalışmaların ne kadar çok
olduğunu görebiliyoruz. Teknolojik gelişme söyleminin baskınlığı,
çok dar bir bakış açısına yaslanan verimlilik anlayışı ve piyasa
süreçlerine eklemlenmiş, şirketlerce fonlanan ArGe çalışmalarının
akademik çevrelerdeki geniş ölçekli kabulü eleştirel bir bakışı
geri plana iter. Ancak zaman geçip zararlar belirgin olarak
görülmeye başlandığında bir tartışma başlar; o da ne kadar etkili
ayrı bir tartışma konusu. Bu konudaki tipik örnekler toksik
kimyasallarda çoktur. Bazı toksik kimyasal maddelerin, örneğin
pestisitlerin, kullanıldıktan yıllar sonra kansere sebep olduğu
kabul edilip yasaklanıyor. Örneğin Dünya'da ve Türkiye’de
klorpirifos adındaki bir böcek öldürücü kimyasal maddenin
kullanımı, çocuklarda sinir sistemi bozukluklarına neden olduğu
için 2015 yılında yasaklandı. Oysa bu maddenin zararlarını
vurgulayan akademik çalışmalar yirmi, otuz yıl öncesine kadar
gider. Böyle binlerce toksik madde var; ama “yeterince zararlı”
olduğu ispatlanana kadar herhangi bir önlem alınmıyor ve nihayet
yasaklandığı halde de kullanılmaya devam ediliyor. Örneğin
ülkemizde üç yıldır kullanımı yasak olmasına rağmen hâlâ çeşitli
meyve-sebzelerde bol miktarda klorpirifos kalıntısı olduğunu
gösteren raporlar var.
Bu tür kimyasal maddeler, kullanımına başlanmadan önce
etraflıca analizlere tabi tutulmuyor mu?
Yeterli güvenlik testleri yapılmaz ama yapılmış gibi yapılır.
Madde piyasaya çıktıktan sonra çeşitli akademik çalışmalar
zararlarını dile getirmeye başlar. Zararlı olup olmadığına dair bir
tartışma yürütülür ve bu tartışma yıllarca sürebilir. Mesela
asbestin ciddi bir kanserojen kimyasal madde olduğuna dair tartışma
85 yıl sürdü ve ancak 1970’lerde-80’lerde dünyanın önemli bir
bölümünde yasaklanabildi. Gıdalarda kullanılan toksik kimyasallar,
GDO’lar veya ilave şekerin zararlarına dair akademik tartışma
yürütülse de, bu zararları önleyecek bir siyasal sistem ne
ülkemizde var ne de uluslararası alanda. Üstelik bir kimyasalın
kesin olarak zararları kanıtlandığında ve yasaklandığında, sorun
bitmiyor. Çünkü onun yerine hemen başka bir kimyasal piyasaya
çıkıyor ve bu sefer de ona dair tartışmalar başlıyor. Bu, gıda
güvenliğine ilişkin yaşadığımız sorunlardan sadece bir tanesi.
Fakat esas mesele, röportaja başlarken bana sorduğunuz ilk soruda.
Gıda güvenliği meselesini savaş ve şiddetle ilintili görmek
gerekiyor. Çok az dikkate alınan bir konu bu.
'ARADAN YILLAR DA GEÇSE SAVAŞ KİMYASALLARI ÖLDÜRMEYE
DEVAM EDİYOR'
Savaşın gıda güvenliğini tehdit eden boyutları
neler?
Gıdalarda bulunan toksik kimyasal madde kalıntıları en önemli
gıda güvenliği sorunlarından biri ve savaşın açığa çıkardığı toksik
kimyasalların gıdaları ve suları kirletmesi bir gıda güvenliği
sorunudur. Üstelik bu kolayca giderilemez bir sorundur.
Savaş bitse de yol açtığı insani yıkım bitmiyor. İnsanlar toksik
maddelerle kirlenmiş sağlıksız bir çevrede yaşamanın yol açtığı
sağlık sorunları ile mücadele etmek zorunda kalır ve ellerinde bu
mücadeleyi kolaylaştıracak yöntemler de yoktur. Savaşın yol açtığı
kimyasal kirliliği temizlemek çok maliyetlidir. İran’la savaşını da
katarsak Irak’ta otuz yıldır bir savaş var. Özellikle Körfez
Savaşı’nın yarattığı yıkım olağanüstüdür. Amerikan ordusu Irak’taki
zırhlı araçları tahrip etmek için radyoaktivitesi yüksek silahlar
kullandı ve bunun miktarının 2 bin ton olduğu tahmin ediliyor.
Radyoaktif kirlenme etkileri binlerce yıl sürebilecek bir
kirlenmedir. Kirli bölgelerde üretilen her gıdaya radyoaktivite
bulaşacaktır. Kullanılan diğer silahlardaki kimyasal maddeler ve
yıkılan binalardan çevreye yayılan, ağır metaller, kalıcı kirlilik
etkeni çeşitli kimyasallar ve asbesti de eklediğimizde yıkımın daha
da korkunç olduğunu görüyoruz. Bu kimyasal maddeler doğada kolay
kolay kaybolmuyor ve on yıllar boyunca zararlı etkilerini
sürdürebiliyorlar. Dolayısıyla o ortamda üretilen her türlü gıda
maddesine ve suya bulaşıyorlar. Örneğin Vietnam’da savaş biteli 45
yıl olduğu halde bu süreçte 400 bin insanın savaşın açığa çıkardığı
toksik kimyasallara maruz kaldıkları için hayatını kaybettiği, 500
bin çocuğun da sakat doğduğu biliniyor. Beslenme toksik
kimyasallara maruz kalma yollarından biridir. Irak, Vietnam’dan
sonra en çok dikkate alınması gereken örneklerden biridir. Basra ve
Felluce’deki doğum anomalileri çatışmanın olmadığı Ortadoğu
bölgelerine kıyasla 17 kat daha fazla. Çocukluk çağı kanserlerinde
de 12 kat artış var. En büyük zararı çocuklar görüyor; çünkü toksik
kimyasallar çocuklara, anne karnındaki bebeklere çok daha büyük
zararlar veriyor. Yapılan araştırmalar, çevredeki toksik maddelerin
bebeklik ve çocukluk çağında hormonal sistemi kötü etkilediği için
çeşitli hastalıklara ve hatta obeziteye bile yatkınlığı artırdığını
ortaya koyuyor. Irak ve Suriye’de savaş devam ediyor. Ama Suriye’de
kentlerin yıkımı sonucu ortaya çıkan çeşitli toksik kimyasalların
havadaki tozlara yapıştığını ve o tozların solunması sonucu vücuda
girerek akciğer hastalıklarına yol açtığını belirten çeşitli
yayınlar var daha şimdiden. Halep gibi yıkılmış bazı kentlerde
inanılmaz bir toksik kirlenme var. Yıkılan binalardan çevreye
yayılan asbestin oranını bilmiyoruz. Akciğer kanserine yol açan
asbestin havada en çok görüldüğü bölge Gazze’dir. Yine Gazze
dünyada içme suları nitratla en çok kirlenmiş bölgedir. Gazze’de
bebeklerin yüzde ellisinde “mavi bebek sendromu” rahatsızlığı
var.
Mavi bebek sendromu nedir?
Mavi bebek sendromu bebeklerin ciddi oksijen eksikliği çekmesi
sonucu ciltlerinin renginin morarması durumu. İçme suyu ve
kanalizasyon altyapısının sürekli tahribi ve onarımı gibi
süreçlerde nitrat maddesi suya karışıyor ve haliyle insanlara
geçiyor. Nitrat, kandaki hemoglobinin oksijen taşıma yeteneğini
köreltir. Bu da solunum sorununa veya boğulmaya yol açıyor.
'TOKSİK KİMYASALLARIN PASAPORTA İHTİYACI
YOK!'
Suriye’deki savaştan yayılan kimyasalların atmosfere
yayılarak en yakındaki bölgelere, örneğin Türkiye’ye, Gazze’deki
kimyasalların da mesela İsrail’e taşındığını söyleyebiliriz, değil
mi?
Kesinlikle! Toksik kimyasal maddelerin pasaporta ihtiyacı yok.
Yeryüzünde herhangi bir coğrafi bölgedeki savaşların toksik
kirliliğe yol açan sonuçları asla lokal görülmemeli. Irak’taki,
Suriye’deki savaş elbette bizi etkileyecektir. Amerikan ordusunun
radyoaktif silahlar kullanarak tahrip ettiği zırhlı araçlar hurdaya
çıktı. Peki bu araçlara ne oldu? Türkiye, Irak’tan milyonlarca ton
hurda metal ithal ediyor her yıl. Bu hurda metallerin içinde
radyoaktiflerin olup olmadığını bilmiyoruz ama bu çok mümkün.
Türkiye’de kırk yıldır süren çatışmanın da bölgedeki
insan sağlığına, gıda güvenliğine etkileri biliniyor mu
peki?
En önemli gıda güvenliği sorunu şiddettir. Kürtlerin son derece
haklı taleplerini şiddetle bastıran bir devlet geleneği var. Ama
çatışma ve şiddetin yarattığı insani yıkımların, toplumsal acıların
dışında, başka etkileri de var. Ülkemizin bir bölgesinde on
yıllardır süren bir şiddet var ve bu şiddetin yol açtığı yıkımın,
insani acıların sadece o bölgelerle, orada yaşayan insanlarla
sınırlı kaldığını düşünmek doğru değildir. “Bu sorunun bana hiç
değmediğini düşünüyorum” diyen bir insana ise meseleyi şöyle
anlatıyorum: İzmir’de veya İstanbul’da yaşayıp organik besleniyor
ve “et ürünlerinde antibiyotik hormon kalıntısı bulundu” haberleri
görünce tepki gösteriyorsunuz. Oysa bu kalıntıların, ülkedeki
çatışma ortamıyla doğrudan ilgisi var. İlişkiler epeyce görünmez
kılınmış sadece.
.
'KÜRT SORUNU ÇÖZÜLMEDEN GIDA GÜVENLİĞİ SORUNU
ÇÖZÜLEMEZ'
Nasıl bir ilgisi var?
Çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde 1980’lerde koyun sayısı
yaklaşık 27-28 milyonken, şu an 11 milyon. Köy boşaltmalar, yayla
yasakları, çatışmalar bu düşüşün temel sebebi. Devlet bu düşüşü
telafi etmek için büyükbaş hayvancılığı teşvik ediyor. Ama ithal
edilen bu hayvanlar bizim coğrafyamızdaki kısa otlardan
beslenemediği için, ithal edilen GDO’lu tahıl, soya veya mısır
yediriliyor. GDO’lu bu ürünler hayvanların doğasına uygun olmadığı
için çeşitli sağlık sorunları ortaya çıkıyor. Bu sağlık sorunlarını
çözmek için antibiyotik başta olmak üzere bir sürü veterinerlik
ilacı kullanılıyor. Bu ilaçlar da gıdalarda kalıntı bırakıyor ve
bizlere geçiyor. Sonra İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da akşam
evimizde otururken “etlerde antibiyotik kalıntıları çıktı” diye
haber görür, telaşa kapılırız. Ama gıdalardaki kalıntıların
sebeplerinden bir tanesinin arkasında demokratik yollarla
çözülememiş Kürt sorununun, yayla ve mera yasaklarının, zorunlu
göçlerin olduğunu düşünmeyiz. Bir ülkedeki politik atmosferi
düzeltmeden, demokratik-katılımcı bir siyasal sistem oluşturmadan,
ülkemiz odağında konuşursak Kürt sorunu çözülmeden gıda güvenliği
meselelerini çözmek imkânsız.
Bir yazınızda şöyle diyorsunuz: “Amerikan hükümeti
hayvancılığa ve gübre-yem endüstrisini ayakta tutan mısır-soya
üretimine ciddi destek verir. Verilen destek ucuz petrol teminine
göbekten bağlıdır. Normalde doğada insanların yemediği otları
yiyerek büyüyen hayvanlar ağıllara tıkılarak mısır ve soyayla
beslenir. Altı yüz kiloluk bir dana yetiştirmek için en az bir ton
petrol harcanır.”
Biz sadece gıdalarla değil, başkalarının acılarından da
besleniyoruz. IŞİD, günde ortalama 80-100 bin varil petrolü çeşitli
ülkeler aracılığıyla kaçak yollardan piyasaya sokuyordu. Libya
darmadağın edildi ama Libya’nın petrolü, ucuz fiyata dünya
piyasalarına sokuluyor. Savaş ve çatışma belli bir bölgedeki doğal
kaynakları daha ucuz şekilde piyasaya sokmanın yoludur. Hayvan
besiciliğinde kullanılan ürünlerinde petrolün kullanımının yoğun
olduğunu biliyoruz. İnsanın aslında petrolü dolaylı olarak yiyeceğe
dönüştürdüğünü, bunun da savaşa maruz kalan milyonlarca insanın kan
ve gözyaşına mal olduğunu söylesek abartılı olmaz. Gıda ve tarım
sektörünü elinde bulunduran büyük şirketler, ucuz petrole göbekten
bağlı. En önemli girdi olan petrol ucuz olmalı ki, bunlar kâr
edebilsin. Petrolün ucuz olması da savaşlarla, işgallerle mümkün.
Dolayısıyla soframıza gelen ette insanların kan ve gözyaşı var.
'SAĞLIĞI BOZAN HER ŞEY POLİTİKTİR!'
Türkiye’deki gıda politikasına karşı aktif bir mücadele
yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?
İnsanın sağlıklı yaşamı anayasal bir hak olduğuna göre, sağlığı
bozan her şey politik bir mevzu olarak ele alınmalıdır. Fakat
Türkiye’deki siyasal örgütlerin bu konuda bir yaklaşımı yok. Çocuk
sağlığını bozan binlerce kimyasalın doğaya, gıdalarımıza
karışmasına karşı politik çözüm önerileri geliştirilmiyor.
Gazetecilere yönelik baskılar bir yana, gıda politikasına dair
haber üretenlerin sayısı hep çok azdır. Oysa gıda güvenliği
alanında çok aktif bir gazetecilik yapılması, bunun politik
bağlamının sürekli ifşa edilmesi lazım.
Rusya’ya gönderilmek istenen ama toksik madde kalıntısı
yüzünden iade edilen domateslere ya da başka ülkelerden geri
gönderilen gıda ürünlerine ne oluyor?
Normalde imha edilmesi gerekiyor. İki yıl önce 165 ton limon
Bulgaristan’dan iade edilince Yunanistan’a gönderildi. İçinde çok
fazla toksik kimyasal madde kalıntısı olduğu için Yunanistan da
iade etti. Fakat bu limonlara ne olduğuna dair bakanlığa iletilen
soru önergelerine yanıt bile alınmadı. Büyük ihtimalle iç piyasada
tüketildi bunlar. Bu konularda sorumlu kurum Gıda Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı’dır ve bakanlıktan bu konularda ne
yapıldığına dair bilgi almak olanaksızdır.