Bulgar sosyalizminin tanığı: Bir 'Ortadoğu'lu
Miroslav Penkov'un “Doğunun Batısı” adlı eseri Yüz Kitap tarafından okurlarla buluşturuldu. Penkov, Avrupa’nın Ortadoğu’su olarak nitelenen bir bölgeyi hikâyelerinin odağına alıyor. Ki Avrupa’nın Ortadoğu’su da tıpkı bizimki gibi her daim sorunlu ve öte tarafa doğru iteklenilmeye çalışılan bir coğrafya üzerine kurulu…
Geçtiğimiz günlerde Yüz Kitap’tan Miroslav Penkov imzasıyla çıkan “Doğunun Batısı” isimli eser, yaşamsal olanın edebi olanla ilişkisini irdeleyen, odağına devletin, sistemin, göçün ve savaşın bulunduğu dokunaklı hikâyeleri alan fakat bütün bu acılara ve çıkmazlara rağmen mizahi olanı da bir kenara atmayan, öykü kitabı olma niteliği taşıyor. Çevirisini Kübra Kelebekoğlu’nun yaptığı kitap, işte tam da bu sebeple gerçeğin yansımasını tartışmak ya da tartışmaya açmak yerine yansımanın gerçekliğini ele alıyor.
Henüz çocuk olduğu yaşlarda Bulgar sosyalizminin çöküşüne ve sonrasında yıkılışına tanık olan Miroslav Penkov, aradan uzun yıllar geçtikten sonra aklında kalanları arabesk motiflerle süsleyip melankoliye bandırarak okuyucunun önüne itmiyor. Hayır, amacı gerçekliği yeniden üretmek de değil! O yıllarda Bulgaristan’da yaşayanların, bu hikâyeleri okuduklarında “ah, evet, tam olarak böyle olmuştu…” diyebileceği hikâyeler de değil bunlar. Penkov’un, gerçeklikle kurduğu yalın ilişki sonucunda, onda kalanların bugünün yaşayış biçime dair sunduğu yeni bir gerçeklik arayışı kitabın sundukları.
SAVAŞLAR, SÜRGÜNLER, KİMLİK, AŞK...
Penkov, "Avrupa’nın Ortadoğusu" olarak nitelenen bir bölgeyi hikâyelerinin odağına alıyor. Ki Avrupa’nın Ortadoğu’su da tıpkı bizimki gibi her daim sorunlu ve öte tarafa doğru iteklenilmeye çalışılan bir coğrafya üzerine kurulu… Hem etrafıyla iç içe hem de o kadar bağımsız bir yer ki orası, tutsan elinde kalıyor, tutmasan varlığını ispatlamana bin şahit lazım. Bir arada kalma, sıkıştırılma hali süregidiyor hâsılı. Zaten ismiyle de müsemma olan kitabın yapmaya çalıştığı şey de bu. Herhangi bir yere ait olamamak. Sürekli bir kimlik ve aidiyet duygusuyla oradan oraya koşturmak ve bu arayışın neticesinden hiçbir şeye sahip olamamak… Başladığın yere geri dönmek…
“Doğunun Batısı”nda neler var peki? Savaşlar, sürgünler, kültürel ve etnik kimlikler, siyaset, aşk, devrim… Ne isterseniz… Örneğin “Lenin’i Satın Almak” isimli öyküde, sosyalizme gönülden bağlı bir dedeyle, Amerika’ya okumaya giden –dedenin tabiriyle “kapitalist domuz” olan- torunu arasındaki ilişki konu ediliyor. Kapitalizm ve Lenin imgesi üzerinden sosyalizmin anlatıldığı hikaye kuşaklararası çatışmayı da öyküleştiriyor. Kitaba ismini veren “Batının Doğusu” isimli öykü ise, bir nehrin iki farklı yanında yaşayan genç bir çiftin aşklarını konu alıyor. Savaşların, sürgünlerin süreklileştiği bu coğrafya da zamanla nehirden sınırlar kalkar ve koca koca devletlerin sınırları girer araya. Tekrar kavuşacaklarını düşündükleri zaman ise sonuç hüsran olur.
Kitap, koşullar ne olursa olsun, yaşama ümidini kaybetmeyen karakterlerin öyküleri üzerine şekil alıyor. Ölümlere, acılara, ıstıraplara rağmen gülünecek ya da en olmadı tebessüm edilecek şey, hep bulunuyor. Zaten eserin önemi de burada… Yaşamsal olanın öyküsel olmasında. Çoğu zaman atlanılan, görmezden gelinen ve “kurgu” olarak nitelenip pazarlanan “öykü”nün yaşamla hiç alakası yokmuş gibi davranılıyor.
Asıl sorun da bu. “Kurgu” her halükarda hayatın bir parçası değil mi zaten? Hayali olanın akli olana etkisi üzerine ortaya çıkana değil sözüm. Ancak hayali olarak sunulanın bir gerçeklik yaratıyormuşçasına ortaya salınmasına ve afili felsefi karşılıklar aranarak –ve çoğu zaman bulanamayarak- bir meta olarak değer biçilmesine… Düşünürün dediği gibi; “yanlış uzun süre piyasada kalırsa, doğruluğu kabul edilmek zorunda kalır.”
Penkov’un eseri, bugün “ben bir öykü kitabıyım” diyerek ortalarda dolaşan, varlığına bir anlam arayan, düne, bugüne ve geleceğe dair bir söz söylemeyen kitapların tam zıttı… İçimizdeki “Ortadoğulu”ya dair dokunaklı bir eser…