'Bu’ diyordu ona babası. Az şey değildi. Oğluna ‘bu’ derken, mağarada resim çizmekten usanmış ve nihayet ilk anlamlı sözcüğünü keşfedip kullanmış adam gururuyla diyordu. Babaydı, ataydı… Kodu mu oturtan lafları vardı. Öyle anne terliğine neyim benzemezdi. ‘Sabaha kadar it gibi gez, akşama kadar beygir gibi yat!’ deyişinde bile, adama değil de, ‘ata söz’ü söylerdi.
Üç top bilardo oynar gibi konuşuyordu ‘bu’ ile. Anneden sektirerek lafını:
“Bak hanım, ‘bu’ yarın aç kalır, çok önünü alma ‘bu’nun!”… diyordu.
Babasının gözlerindeki onaylamayı görmek için yapmadığı numara, atmadığı takla kalmamıştı ‘bu’nun. Fakat babasının yüzündeki bilindik:
‘Kıçında donu olmayan bacanağın oğlu kadar olamadın’ bakışı ve sesindeki umut kırıcı ve bir o kadar kurumsal:
“Sayın abonemiz, geçerli bir mesleğiniz olana kadar adam değilsiniz!” ifadesi hiç değişmiyordu.
‘Bu’nun uğraşmak istediği sanatsal işler, aynı zamanda ‘sepetsel’di babasına göre. Her türlü hayali, hedefi ve diğer ukde olarak kalacakları istiflediği hobi sepeti. ‘İleride’ yapılacaklardı. Ancak ‘ilerisi’ hiç gelmedi. Sepet de çürüdü.
'Bu', o arada okul neyim okudu. Diğer ‘bu’larla tanıştı. Tuhaf bir şekilde, birbirlerine benziyorlardı. Akıllı tahtanın ne olduğunu öğrendi, ama kıskandı onu...
Dünyanın geoit yapısını öğrendiğinde, kısa ve tıknaz bedenine saygı duydu...
Üçgenin iç açılarının 180 ettiğini öğrendiğinde ise, bunu bilmeden ölüp gidenlere acıdı...
Bolca test kitabı taşıdı, çözdü. Bir doğru için dört yanlışı da bilmenin önemini kavradı...
“Velin kim yavrum senin?”...
“Sen şimdi çık dışarı velini çağır!”...
“Ama hocaanım böyle olmaz, velisini çağırın gelsin!”...
Cümlelerindeki altı çizili ‘veli’ sözcüğüyle kast edilen kişinin, bir tür ermiş kişi olduğunu düşündü, kendine manevi paylar çıkardı. Zamanla, devlet dâhil tüm manevi kişilere ‘baba’ denmesini mantığı kavradı.
'Okul aile birliği' diye bir kadın örgütünü ilk duyduğunda, aynı okuldan mezunların evlenip çoluk çocuğa karışanlar olduğunu sandı. Sonra, onların 'okula unlu mamul sokan ve sağlıksız beslenenler kulübü' oldukları fikrine vardı.
Diplomalar aldı, vatana hizmet etti, kendine bir dişi ‘bu’ buldu. Samanlığı seyran edip, sevimli çocuk ‘bu’lar yaptılar. Tıpkı biyoloji dersinde öğrendiği gibi ürediler, kendine benzer 'bu'lar peydahladılar.
Ne yazık ki, babasının yüzündeki ‘bacanak’lı memnuniyetsizlik ve sesindeki “adam değilsin” tonu hiç değişmedi. Ne babasının bacanağını ve oğlunu, ne de kurumları sevdi.
Yaşlı babasının cep telefonu kullanma azmine saygı duydu, ona yardım etti. Ama yine yaranamadı. Telefona, köstekli saate bakar gibi bakıyordu babası. Sanki bir gün telefondan da geçerli meslek bekliyor gibiydi. “Demek ki, belli bir yaştan sonra teknolojiye bakış böyle oluyor” diye düşündü.
Vaktiyle çocuğa bakıp “bundan olmaz” diyen yetişkinlerin, zamanla yaşlı birer 'bu' oldukları doğrudur!
Yaşlı ve yalnız 'bu', pişmanlık içinde ölümünü beklemektedir.