İrice bir kütüphanesi olan herkes “Bunların hepsini okudun mu?” sorusuna en az bir kere maruz kalmıştır. Aynı soru bana da soruldu. Cevabım, basitçe “saçmala” idi.
Malumunuz korona virüsü günlerinde eve kapandık. İnsanlar sık sık video konferans ile görsel sosyal medyaya bağlanıyorlar. Ve fonda görülen kütüphaneler bazı insanlarda alerji yarattı; “hepsini okumamışlardır, sadece dekor, hava atıyorlar” sözleri yeni bir gündem oluşturdu. Karşı taraf ise “okuyan yazan bir insanın evinde çalışma odası ve kütüphane bulunması normal, mutfaktan mı yayın yapsalardı?” diyerek savunmaya ve tepeleme kitaplarla dolu kütüphanelerinin fotoğraflarını paylaşarak karşı saldırıya geçti.
Önce bu alerjinin olası nedenlerine kısaca değinecek ve asıl, bir sürü paralellik kuracağınızı umduğum, kendi kütüphanemin hikâyesini anlatacağım.
ALERJİNİN NEDENİ
Önce birkaç istatistik:
- Estonya, dünyada evinde 218 kitap ortalaması ile birinci sırada. Bunu 212 kitapla Norveç, 210 kitapla İsveç takip ediyor. Türkiye ortalaması ise sadece 27.
- İhtiyaç listemizde kitap 235’inci sırada bulunuyor.
- Günde ortalama 1 dakika kitap okuyoruz. Televizyon seyretme ortalaması ise altı saat.
- Türkiye’de geçen yıl 6 milyon kitap basıldı. Ancak bunların yüzde 50’si ders, yüzde 20’si market raflarında bile yer bulan kişisel gelişim kitapları, aşk romanları, dini kitaplar. Geriye yüzde 30’luk bir oran kalıyor.
- Üniversiteye kadar bir genç ancak bir kitap okumuş oluyor, üniversite mezunları arasında okuma oranı sürekli düşüyor ve okurluk ders kitapları ile sınırlı kalıyor.
Rakamlar felaket ama düşüncenin değersizleştiği hatta bir rektör yardımcısının (Sabahattin Zaim Üniversitesi’nden Prof. Dr. Bülent Arı) devletin, yani hükümetin bekası için “bize cahil bir halk lazım” diyebildiği bir ülkede bu maalesef normal karşılanmalı.
Evet, kitaba yabancı ve dolayısıyla düşman bir toplumuz. Ama bir ressam yaptığı resimler ya da çiftçi yetiştirdiği ürün ile gurur duyabilirken, bir düşünürün kütüphanesi ile gurur duyması tepki yaratabiliyor. Çünkü okuryazarlık bir uzmanlık alanı değil, bir tercih, insanın hayatla bağ kurma şekli. Ve kütüphane alerjisi olanlar aslında bu eksikliği derinden hissedenler.
Tabii, kütüphanenin insanları bilen ve bilmeyen olarak ikiye ayırdığını ve kütüphanenin en somut biçimde bilgiyi iktidar aracına dönüştürdüğünü, hegemonya inşa ettiğini ve bu tavrın kitabın içeriğini boşalttığını unutmamalı.
BİR KÜTÜPHANE HİKAYESİ
İrice bir kütüphanesi olan herkes “Bunların hepsini okudun mu?” sorusuna en az bir kere maruz kalmıştır. Aynı soru bana da soruldu. Cevabım, basitçe “saçmala” idi. İyi bir kütüphanenin kitapların biriktiği değil, okunma ihtimalleri bulunduğu yer olduğu düşüncesindeyim.
Sanırım kitabın olduğu bir evde büyümek insana okumayı sevdiren, kitap ile bağ kurmayı öğreten en önemli unsur. Üniversiteye kadar Ceyhan’da, Adana’ya 50 kilometre uzaklıkta 40 bin nüfuslu bir ilçede yaşadım. Bilinen anlamda kitapçı yoktu, sadece kırtasiyecilerin bir köşesindeki birkaç raftan ibarettiler. İlçedeki tek halk kütüphanesine tek gitme nedeni ise ödev hazırlamaktı.
Kitaplarla maceram evdeki, annemin gençlik yıllarında fasikül fasikül biriktirdiği Hayat Ansiklopedisi ciltleri sayesinde başladı. Sadece onlar bile yetti. Ne kadar eski olduklarını, ilerde aya gidecek insanın aydaki temsili resmini gösteren maddeden anlayın. Zamanında annem madde madde okumuş, sonra ben.
İlkokuldan itibaren, harçlığımın bir kısmı ile düzenli kitap aldım. İlkokulda 1’de “Ayşegül” serisi ile başlayıp, sonrasında her hafta düzenli alınan Tercüman - Milliyet Çocuk, Tübitak Bilim Dergisi, Ana Britannica fasikülleri (halen eskimemiş bir referanstır) ve tabii o yılların genel alışkanlığı, insanı bilinmez dünyalara götüren “Mandreke, Mister No, Baltalı İlah Zagor ve daha ilerde Atlantis ve Dylan Dog” çizgi roman serileri. Halen bir kısmı evimin girişteki kitaplıkta dururlar.
Evimde girişte dediğim gibi çizgi romanlar, salonda televizyon sehpasında mimarlık ve sanat dergileri, yatak odasında, yatağın başucunda romanlar, öyküler ve çalışma odasında kuramsal kitapların bulunduğu kütüphane ile her odada kitap var. Ama kitaplarla dolu boğucu bir ev olmasından özellikle kaçındım, çalışma odasında duvarı kaplayan kütüphane dışında diğerleri bel hizasında, mümkün olduğunca görünmezler.
Şöyle düşünüyorum, her kütüphane sahibinin zihni gibi yapılanmıştır ve sabit değildir.
Çalışma odamda, masamın sol duvarında boydan boya bir kütüphane bulunuyor. Kütüphane her biri beş raf olmak üzere dört dikey, toplam 28 bölümden oluşuyor.
Sol dikey sütun mimarlık kitapları için. Mimarlığı, mimarlık içinden değil de, toplum bilimler içinden anlamaya başladıkça, mimarlık kitapları oraya sıkıştılar. En üst raflar sinema-mimarlık ilişkisi (dersini vermekteyim); bir alt sıra temel referans kitaplar; onun altında “kent-toplum-ekonomi politik” kitapları (doktora konum), onun altı modern kurumlar, normlar ve kültürü üzerine; bunun altındaki psikanaliz kitapları eskiden en alt rafta idiler, mekan-iktidar-dil ve psikanaliz üzerine düşündükçe yer değiştirdiler ve iktidar kuramı kitaplarının yanındaki rafa yükseldiler; yine bir alt raf Türkiye okumaları; en alt sıradaki iki bölüm ise popüler bilim ve felsefe kitapları. Buradan felsefe ile ilişkimin ne kadar sorunlu olduğunu anlayabilirsiniz. En değerli bölüm ise elimin hemen altındaki sağ sütun, Ana Britannicalar, her tür sözlük, ansiklopedik sözlük, terimler sözlüğü, dil ve yazı üstüne kitapların yeri. Bir kavramı ve dili mümkün olduğunca bilerek kullanmamı burası sağlar.
Kütüphanemde bin civarında kitap var ve bu sayıyı korumaya çalışıyorum. Zihnim daha fazlasını alamıyor. Daha bile az olmalarını isterdim ama hiç sevmediğim akademik yazım referans vermeyi şart koştuğundan sayı ancak binde dengelendi. Zaten zaman içinde raflar arasında kaybolan, unutulan kitaplar, artık zihnimde de yoklardır ve başka kitaplara yer açma vakitleri gelmiş demektir.
Tabii ki hepsini okumadım. Bir kitap eve ilk girdiğinde bir süre karıştırılır, içinde ne olduğunu anladıktan sonra da kütüphanedeki yerini bir gün okunmak üzere alır. Ayrıca düzenli okuyan birisi değilim. Ancak bir konu ilgimi çektiğinde, dertlendiğimde derdimin izini sürmek, anlamak için okuyabiliyorum. Devamında yazmak ise şart, ne anladığımı okuyucudan önce kendime anlatabilmek için.
Kütüphane özellikle arkamda değil. Her an uzaktan, zihnimin temsilinin büyük resmini görmeye ihtiyacım var. Bunu doktora yıllarında öğrendim. Tez konumu belirleme ve tez önerisi yazma zamanı gelmişti. Kütüphanenin karşısındaki duvara yaslandım ve kitapları seyretmeye başladım. “Bunların hangilerini okudum ve tekrar okumak istiyorum, hangilerini okumadım ve okumak istiyorum” dedim ve 30 kadar kitabı alıp, eve kapanıp hepsini 3 aydan biraz fazla sürede okudum. Ancak ondan sonra doktorada derdimin ne olduğunu kavradım ve yazmaya girişebildim. Herhalde doktora en çok kitap okuduğum dönemdir. Bir daha hiç öyle olamadı, özlemiyor değilim.
İkinci bir kitap yazasım var, şekli şemaili kütüphanemde belirdi ama bir türlü başlayamıyorum. Keşke bir anlığına dış uyaranlardan kurtulup, yazı ile aramda sadece kendimin kaldığı o büyülü dünyaya girebilsem. Hele korona günlerinde bu hiç olmadı. Şu ara en önemli faaliyetim ne kitap, ne film, ne dizi; eski bir öğrencimle oynadığım “Age of Empires” bilgisayar oyunu.
Son söz şu olsun: İnsanın zaman içinde, yavaş yavaş, emekle oluşmuş kütüphanesinden gurur duyması normal karşılamalı, tabii bu yazıda aldığım risk gibi pornografiye dönüştürmeden.