Şantiyeden sadece çıkış yasaklanmış, içeri girip çıkanlar var. Şantiye şefleri, mühendisler, patronlar, yeni alınan işçiler... O yüzden biz içeridekiler risk altındayız hepimiz. Kendini koruyamazsın, 200-250 işçinin ortak olarak kullandığı banyolardan, tuvaletlerden, yemekhaneden bahsediyorum. Zaten kimse sosyal mesafe falan dinlemeden hareket ediyor.
Kuzey Marmara Otoyolu Projesi'nin şantiyelerinden birinde çalışan bir hafriyat kamyonu şoförü anlatıyor. 50 tonluk kamyonla, günde 12 saat... Yüzlerce işçinin dip dibe yediği, uyuduğu şantiyede tek salgın önlemi çıkışı kapamak. İroni şu ki, bir kısım personel çıkıp girebiliyor; virüs her an içeri taşınabilir. Hastalanmaktan korkuyor ama zaten ağır olan işe, tüm bu koşullara rağmen bu ara işsiz kalmak, ağır bir hastalıktan daha korkutucu onun için. Tam bir kapana kıstırılmışlık hissi.
Şu anda dağ başında bir şantiyedeyim. Kuzey Marmara Otoyolu Projesi'nin şantiyelerinden. Cengiz-Kolin-Limak yapıyor. Hafriyat kamyonu şoförüyüm ben. Şantiyeden çıkarsam işten çıkarılacağım. Çünkü Covid-19 için burada alınan tek önlem şantiye alanına giriş-çıkış yasaklamak... Giriş-çıkışlar kapandıktan sonra izinde olan arkadaşlarımız şantiyeye tekrar alınmadı. Evimden yüzlerce kilometre uzaktayım. Normal şartlarda haftada bir günden ayda dört gün izin verilir. Ama işte izin hakkımızı kullanamıyoruz. Hastalanmaktan korkuyoruz. Burada dağın başında kaldık böyle.
200-250 işçi, şoförler hep birlikte kalıyoruz. Şu an gece vardiyasında 12 saat çalışıyorum. Sabah saat 5.30 gibi paydos ediyorum. Kahvaltıdan sonra uyumaya gidiyorum. Akşamüzeri 5-5.30'a kadar serbest. Yaptığım şu: İş makinaları kazıyor, genelde çok büyük taşlardan oluşan moloz yığınlarını biz 15 km ötedeki başka bir sahaya taşıyoruz. Bozuk, toprak yollardan oluyor hepsi. Tonaj bakımından 40-50 ton alabilen kamyonlar bunlar. Günde kaç sefer yaptığımız değişiyor ama 25-30 seferi buluyor.
Kendimi bildim bileli çalışıyorum. Ehliyet aldığımdan beri de şoförlük yapıyorum. Eskiden tır şoförlüğü yapıyordum. Yük, petrol, gaz, kum, bir sürü şey taşıdık. Hafriyat işinin en büyük zorluğu 11-12 saat direksiyon başında olmak. Bir de o 40-50 tonluk yükü iş makineleri boşaltırken, biz arabanın şoför mahallinde oluyoruz genelde. Çok şiddetli sarsıntı yaşıyoruz her seferinde. Her ne kadar işe alışsan da bu hem fiziksel hem ruhsal, çok etkiliyor insanı. Arabalar zaten iyi durumda değil, çalıştığımız hat üzerinde arabada herhangi bir sorun çıkarsa bunu manuel olarak halletmek zorunda kalıyoruz. Çözülsün diye beklemeye kalksan toz toprağın içinde daha çok mağdur ediyor.
Şimdi giriş-çıkışı kapatınca izin kullanmak isteyenler, geri dönemezsiniz, işten çıkarılırsınız diye tehdit ediliyor. Kimse de işten çıkmayı göze alamıyor. Ama her gün yeni yüzler görüyoruz. Yani yeni işçiler alınabiliyor. Şantiyeden sadece çıkış yasaklanmış, içeri girip çıkanlar var. Şantiye şefleri, mühendisler, patronlar, yeni alınan işçiler... O yüzden biz içeridekiler risk altındayız hepimiz. Kendini koruyamazsın, 200-250 işçinin ortak olarak kullandığı banyolardan, tuvaletlerden, yemekhaneden bahsediyorum. Zaten kimse sosyal mesafe falan dinlemeden hareket ediyor. Salgınla ilgili hiçbir bilgilendirme yapılmadı bize; nasıl korunabiliriz ya da herhangi bir hastalık durumunda nasıl hareket etmemiz gerekiyor diye. Maske, eldiven, dezenfektan, kolonya falan hiç görmedik. Taleplerimiz önemsenmiyor. Bir tane yemekhane olduğu için, bütün işçiler yemek molasında aynı anda, aynı salona doluşup yemek zorundayız. Yatakhaneler de öyle. Kişi sayısı değişen prefabrik koğuşlarda yatıyoruz. Elektrik hattı arızalı olduğu için sürekli elektrik kesiliyor. Su da öyle. Elektrikli şofben kullandığımız için problem yaşıyoruz. El yıkamak dahi sorun burada. Gerçekten tek vakanın görülmesi bile çok kötü sonuçlara yol açabilir. Çünkü burada belli bir yaş sınırı yok. 20 yaşında gençler de çalışıyor, inanın 80 yaşına gelmiş olan da var. Emeklisi, öğrencisi, hastası, zayıfı, şişmanı, kısası, uzunu... Kimse önemli değil, tek gaye var, yeter ki iş devam etsin.
Şantiye dağ başında olduğu için tek iyi şey, etrafta tertemiz hava var. Yatakhaneleri sürekli havalandırıyoruz. Bağışıklığımı koruyabilmek için öğün atlamamaya çalışıyorum. Hareketsiz kalmayayım diyorum ama işte günün 12 saati direksiyon başındayım mecburen.
Hepimiz çok kaygılıyız ama hastalıktan önce iş kaybetmek korkusu baskın. Aşağı yukarı bütün işçilerin maddi problemleri var. Kimse kendi isteğiyle iş bırakamaz, çünkü gerçekten ihtiyacı olmayan bir insan böyle zor bir işte çalışmayı kabul etmez zaten. Ben de üç yıl işsiz kaldım. Hem ailem, hem benim için çok zordu. Böyle işlerde bağlantılarınız önemli. Bir arkadaşınızın haber vermesi lazım ya da önceden çalıştığınız işveren sizi arayacak. Benim eskiden çalıştığım taşeron firmalardan birkaçı iflas etti. Diğerlerinden arayan oldu ama kardı, kıştı, işin iptaliydi, hep bir pürüz çıktı. Bir ara da ağır sırt ağrım vardı, iş yapamadım. Böyle böyle işsiz üç yıl geçti.
Bu işi bulmak zor oldu ama bu kadar beklememiş olsaydım bile yine de dayanmak zorundaydım. Çünkü hâlâ lisede, üniversitede okuyan çocuklarım var. Ailemde benden başka çalışan yok. Borcum var tabii ama öyle yatırım yapmak için altına girdiğimiz borç değil, geçim derdiyle sağdan soldan, eş dosttan aldığımız paralar, kredi kartları... Bu işi kaybedersem evli olan oğluma yük olacağım yine; üç yıl öyle geçmişti. Ama o da şu an ücretsiz izne çıkarılmış durumda. Yani şu an bakmakla yükümlü olduğum birden fazla aile var. Dedikleri pakette işsizlik fonu için devlet bana 1177 lira ödemeyi planlıyor. Kiradır, faturalardır, mutfaktır, bununla geçinmemiz mümkün değil. Gözüme uyku girmiyor. Sadece kendim, ailem, buradaki arkadaşlarım için değil, hepimiz için endişeliyim, bütün toplum için. En insani olan da budur.
Ne zaman birinin “Evde kal” dediğini duysam, bu bana bir ayrımcılık gibi geliyor. Kürt olduğumuz için bu duygunun yabancısı değiliz. Şantiyelerdeki ayrımcılık, gurbette çalışırken yerli halk tarafından maruz kaldığımız ırkçı söylemler, bunların hepsini biliyoruz. Şimdi böyle davranışlara din, dil, ırk gözetmeksizin bütün işçiler maruz bırakılıyor. Bakıyorsunuz bütün dünya salgınla mücadele ediyor, ama o insanların kaygısı tek; bizimki ise bin.
Konuştuğumuz gün 65 bin 111 vaka, bin 403 ölüm açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.