Geçen hafta sinema salonlarımıza uğrayan "Daddio" filminin hikayesinin tamamıyla bir taksi aracı içinde geçmesi, yine tek veya çok kısıtlı mekanlarda geçen bazı filmleri hatırlamamıza vesile oldu. Seçtiğimiz filmlerdeki ortak nokta ise sadece sınırlı bir mekan kullanmaları değil, asıl olarak seçilen bu yerin filmdeki karanlık, zaman zaman iç bunaltıcı atmosferi güçlendirmesi oluyor.
Geçen cuma vizyona giren "Daddio/New York’ta Bir Gece" filmi sadece senaryosu, diyalogları ve oyunculuk performanslarıyla değil aynı zamanda kullandığı mekan ve neredeyse bütün hikaye boyunca bu mekana 'saplanıp kalması' açısından da dikkat çekici bir yapımdı!
Kuşkusuz daha önce çok kısıtlı hatta bazen sadece birkaç odadan oluşan mekanları kullanan filmler gördük. Bu tür mekan 'sınırlandırmalarına' hem genç yönetmenlerin ilk filmlerinde hem de Jim Jarmush, Roman Polanski veya Sidney Lumet gibi usta isimlerin bazı filmlerinde tanık olmuştuk.
Bu filmlerin bazıları zaten tiyatro oyunu uyarlamalarıydı, bazılarında ise yönetmen ve senarist konunu 'özünü' seyirciye nakletmek için birkaç mekandan fazlasına ihtiyaç duymamıştı. Tabii ki bu tür seçimlerde (özellikle ilk sinema filminizi çeken bir yönetmenseniz) bütçe şartları ve ölçeği de etkili oluyordu ama bu sınırlandırmaların bir açıdan da yönetmenlerin hayal gücünü beslediği ve üstlendikleri projenin 'meydan okuma' (challenge) heyecanını güçlendirdiği de söylenebilir!
Geçen hafta sinema salonlarımıza uğrayan "Daddio" filminin hikayesinin tamamıyla bir taksi aracı içinde geçmesi, yine tek veya çok kısıtlı mekanlarda geçen bazı filmleri şöyle bir hatırlamamıza vesile oldu. Seçtiğimiz filmlerdeki ortak nokta ise sadece sınırlı bir mekan kullanmaları değil, asıl olarak seçilen bu yerin filmdeki karanlık, zaman zaman iç bunaltıcı atmosferi güçlendirmesi oluyor. Başka bir deyişle bu filmler hem klostrofobik bir ortam kurarak anlattığı hikayede duygusal bir kanal açıyor hem de mekanın kendisini adeta bir karakter (aktör) haline dönüştürerek onun zaten oyunculuk güçlerini göstermek için cömert bir alan açtığı diğer karakterlere eşlik etmesini sağlıyor.
CUBE/KÜP
Ufak bütçeli, kadrosunda ünlü bir oyuncu barındırmayan 1997 Kanada yapımı olan "Küp", o dönem genç bir yönetmen olan Vincenzo Natali’nin ilk önemli uzun metrajlı filmiydi. Psikolojik gerilim ve bilim kurgu türleri harmanlanarak senaryosu oluşturulmuş film, birbiriyle bağlantısız görünen altı kişinin bir gün kendilerini birbirlerinin içine geçmiş yüzlerce küpten oluşan bir hapishanede bulmalarını ve buradan bir çıkış yolu aramalarını anlatmıştı.
Yönetmen Natali kısıtlı bütçesini sağlam olay örgüsü ve özenli kamera açıları ile adeta kendi avantajına çevirmiş, hikaye ilerledikçe bu insan grubu içinde doğan kıskançlık, endişe, çıkarcılık, hırs ve paranoya senaryosunu basit bir ‘kaçış’ öyküsünün ötesine koymuştu. Filmin başarısından bir süre sonra başka biri tarafından (daha rahat bir bütçeyle) devamı çekildi ve beklenildiği üzere sonuç başarısızlık oldu.
PANIC ROOM/PANİK ODASI
Arka arkaya çekmiş olduğu "Seven" ve "The Game" filmlerinden sonra artık 'büyükler ligine' çıkmış olan David Fincher, 2002 yılında bu sefer şansını bir kapalı alan gerilim filminde denedi. Boşanmış bir anne ve ergen kızının yeni taşındıkları bir eve giren bir hırsız çetesine karşı verilen mücadeleyi anlatan film, asıl gücünü başta Jodie Foster olmak üzere deneyimli oyuncu kadrosundan, Fincher’ın çok sevdiği loş ve karamsar atmosferinden (görüntü yönetmeni Darius Khondji’ydi) ve tabii ki hikayenin adeta ‘kalbi’ olan tecrit odasından yani ‘panik odasından alıyordu!
Hikaye ilerledikçe ‘içerdekiler’ (anne ve kızı) ile ‘dışarıdakiler’ (hırsız çetesi) arasında adeta bir satranç oyunu gibi hamleler gerçekleşiyor hatta bir ara yer değiştiriyorlardı. "Panic Room" bizce ‘kapanmışlık’ ve ‘sıkışmışlık’ hissiyatını yaratan en başarılı örneklerden biriydi.
PHONE BOOTH/ TELEFON KULÜBESİ
İyi filmler olduğu kadar bize hayal kırıklığı da yaşatmış yapımlar da çıkarmış olan yönetmen Joel Schumacher’in 2002 yılında çektiği bu film, yine tek bir mekanı çok etkili bir şekilde kullanan örneklerden biriydi. Hırslı, egoist, paragöz, yalancı Schepard adında bir karakter (gizli) konuşmalarını yapmak için hep gittiği telefon kulübesinde mahsur kalıyordu. Onu telefonla arayan gizemli bir kişi telefon kulübesinden çıktığı veya telefonu bıraktığı anda onu vuracağını söylüyor ve bunu birkaç atış yaparak kanıtlıyordu. İlk bakışta hiçbir belirli sebep yoktu ve saatler süren bu ‘mahsur kalma’ durumu Shepard’ın kendisini ve değer yargılarını sorgulamasını sağlıyordu.
Film, sürükleyici olmasında Schumacher’in yönetmenliği kadar Shepard’ı büyük bir başarıyla canlandıran Colin Farrell ve usta görüntü yönetmeni Mathew Libatique’in performansına da çok şey borçluydu.
THE DESCENT/CEHENNEME BİR ADIM
"The Descent" filmi, ‘korkunç yaratıkların saldırdığı’ klasik bir korku filmi gibi görünse de aslında benzerlerinden net bir şekilde ayıran özellikler de taşıyordu. Bir araba kazası sonucunda ailesini kaybeden genç bir annenin hem bu trajik olayı bir ölçüde atlatmak hem de eski arkadaşlarıyla tekrar bir macera yaşamak için gittiği bir mağara gezisi, yaşanan aksilikler ve özellikle sonradan ortaya çıkan, saldırgan garip yaratıklarla adeta bir kabusa dönüşüyordu. Ancak film bu yaratıkları ortaya salana kadar mağaracıların yakından tanıdığı ‘sıkışma’, ‘sığamama’ veya ‘rahat nefes alamama’ gibi bütün sancılı süreçleri seyirciye hissettiriyor ve ortalık bir kan gölüne dönmeden önce de yeterince germeyi başarıyordu. Filmin bütün önemli karakterleri kadındı ve oyunculuk yetenekleri kadar fiziki form durumları için de seçildikleri belli oluyordu.
BURIED/TOPRAK ALTINDA
2010 yılında, o dönemler kariyerinde bir ‘sıçrama’ yapmak isteyen Ryan Reynolds, sadece düzgün fiziğiyle ön plana çıkacak bir oyuncu olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Irak çölünde, bir tabutun içine konularak canlı canlı gömülmüş Amerikalı bir kamyon şoförünü oynamak, filmin neredeyse her karesinde tek başına olduğunu düşündüğümüzde onun için bulunmaz bir fırsattı. Reynolds’un canlandırdığı Paul karakterinin elinde sadece bir çakmak, el feneri ve zaman zaman sinyal çeken bir cep telefonu vardı ve bu ‘korkunç’ durumda başkarakter sadece dışarıdaki insanlarla telefonla konuşarak yardım istiyordu. Film ‘klostrofobik’ atmosferini tam olarak kuruyordu, sürpriz final yeterince şaşırtıcıydı ve Ryan Reynolds hiç de fena olmayan bir performans sergiliyordu.
Ancak sonuç gişede de ismi gibi ‘Buried’ oldu. Çok az kişi izledi!
LOCKE
2013 yılında çekilen "Locke" filmi, kısıtlı sayıda sinema salonunda gösterilmesine rağmen hem izleyiciler hem de eleştirmenler tarafından oldukça beğenildi. Hikayenin bütünü tıpkı en başta değindiğimiz "Daddio" filminde olduğu gibi bir arabada geçiyordu. Üstelik bu sefer birbiriyle konuşan iki kişi değil birçok değişik kişiyle telefonla irtibat kuran yalnız bir adamı görüyorduk. Çok tekdüze hatta sıkıcı olabilecek bu süreç, görmesek de adeta hissettiğimiz yan karakterleriyle, hepsiyle değişik bağlar kurmuş baş kahramanıyla inanılmaz bir gerçekçilik ve çeşitlilik kazandı ve bu türde akıllarda kalır bir iz bıraktı. Tom Hardy’nin oyunculuğu ise görmelere sezaydı!
OXYGEN/OKSİJEN
Netflix'te 2021 yılında yayına giren bu film, aslında o dönemki vahim durumla tam bir uyum içerisindeydi. Bilindiği üzere o zaman Covid salgını bütün dünyayı neredeyse ele geçirmiş ve sinema sektörü de tabii ki bundan büyük zarar görmüş, birçok film eksik kalmış, ertelenmiş veya rafta bekler bir vaziyetteydi. "Oksijen", o zamanki çekim şartlarına uyan, tıpkı "Buried" filminde olduğu gibi bu sefer başkarakterini yer altında bir tabuta değil uzay boşluğunda salınan bir kapsülün içine koymuştu. Bu filmde kapsülde yalnız başına kalan bir karakter kendisine rehberlik görevi üstlenen bir yapay zeka ile konuşuyordu.
Filmin bizce en büyük kusuru sürpriz final ortaya çıktıktan neredeyse bütün ilginçliğini kaybetmesi ve tekrar izleme isteğini hiçbir şekilde uyandırmaması oluyordu. Alexandre Aja filmini ilginç kılmak için elinden geleni yapmıştı ama bizce sonuç vasatı pek aşamıyordu. En azından Aja’nın kapasitesini göz önüne aldığımızda!