18 Temmuz 2010… 12 Eylül 2010’da yapılacak anayasa değişikliği referandumuna 50 gün kadar bir süre kalmış. Sistemi büyük oranda değiştirecek teklife ‘Evet’ oyu isteyen Başbakan Tayyip Erdoğan, toplumun tüm kesimleriyle ‘uyumlu’ bir görüntü vermeye gayret ediyor. Yanında zaten yaygın ve etkili bir ‘müttefikler’ grubu var. Ama o, karşı mahallenin en dipteki evlerine, kendisine ve demokratik vaatlerine şüpheyle bakma konusunda en kararlı olabilecek kesimlere de hitap etmeye çalışıyor. Kampanya boyunca, Kürtleri, kadınları, sosyalistleri, Alevileri de kendi yanında yer almaları için ikna etmeye çalışıyor; onlarla bir araya geliyor. Bu arayış doğrultusunda yaptığı buluşmaların bir çatı ismi de var: “Demokratik açılım toplantıları”… Yerine kendisininkini inşa etmek üzere, eski bir vesayet sistemini ortadan kaldırmaya girişmişken; yanında bu ceberut eski düzenin tüm mağdurlarını görmek istiyor. Bu onun ‘meşruiyetini’ artırıyor; halen bürokraside ve zor aygıtlarında etkinliği olan bir devlet fraksiyonuna karşı sivil bir cephe görüntüsüyle, kendine ve yanındakilere özgüven, dışarıdan bakanlara toplumla barışık bir siyasal hareket izlenimi zerk ediyor. Devlet ile toplum arasındaki gerilimde, toplumdan yanaymış ve bu gerilimin çözümü için gerekli yasal-idari altyapı uğruna risk alıyormuş gibi görünmeyi seviyor...
Uzatmayalım. 18 Temmuz 2010 Pazar günü, Başbakan Erdoğan, yine bu kapsamda, kadın örgütleriyle bir araya geliyor. Ama işte; tüm o toplumsal sorunlara hakim olmadığı, toplumla devlet arasındaki gerilimin gerçek yüzleri hakkında bilgisi olmadığı için… Üstelik her zaman, hatta hapse girerken bile bu gerilimin soyut anlamda da olsa ‘devlet’ tarafında yer aldığı, asıl mücadelesi, insanları sözleri nedeniyle hapse atan bir devletle değil ‘kendisini hapse atan devletle’ olduğu için… Demokratik hak ve mücadele kavramlarını tanıyan bir hattan gelmediği; bilakis, bu hak ve mücadeleyi yürütenlerin karşısına, halk sınıflarının dinsel ve kültürel aidiyetlerinin istismarını çıkaran bir siyasi geleneğin içinden doğduğu için… Tüm bunlar nedeniyle sık sık söylem kazaları yapıyor. Doğru ceket, eğri omuzda duramıyor. Kadın örgütleriyle toplantısında da “Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” diyebiliyor. İçeride hava buz gibi oluyor. Kendisine sorulan bazı soruları sert sözlerle yanıtlıyor, bazı sorular daha sorulmaktayken müdahale ediyor. Ama güne damga vuran sözlerini bir ‘öneri’ üzerine sarf ediyor…
Cumartesi Anneleri: 700 haftalık ısrar
Toplantıya katılan bir kadın, “Bir yanınıza şehit anneleri, bir yanınıza Cumartesi Anneleri’ni alarak terörün çözümü konusunda topluma mesaj verin” önerisinde bulunuyor. Ama Erdoğan o öneriye, sonradan kendisinin de sahip çıkamayacağı bir yanıt veriyor: “Cumartesi Anneleri'nin ne iş yaptıklarını bilmiyorum, birileri tarafından kullanılıyorlar.”
Çok değil iki gün sonra, 20 Temmuz 2010 Salı günü parti grubunda konuşurken, referandumda evet oyu istemek için 12 Eylül cuntasının idam ettiği Necdet Adalı ve Erdal Eren’i anacak; şair Nevzat Çelik’in Adalı için yazdığı “Beni buralarda arama anne / Kapıda adımı sorma” dizelerini gözyaşı dökerek okuyacak… Ama bunlardan 48 saat önce “Cumartesi Anneleri'nin ne iş yaptıklarını bilmiyorum” diyor.
O bu sözleri söylerken, Galatasaray Meydanı’ndaki Cumartesi eylemleri –1999 ile 2009 arasındaki 10 yıllık kesintiye rağmen– 300 haftaya yaklaşmıştı.
* * *
1995’te Hasan Ocak’ın kaçırılmasının ardından, başta Ocak ailesi olmak üzere tüm kayıp yakınları etkili bir mücadele göstermiş ve devlet, katledilen Hasan Ocak’ın cenazesini bir kimsesizler mezarlığına terk ederek olayı yatıştırmaya çalışmak zorunda kalmıştı. Bundan sonra başlayan Galatasaray eylemleri; pazarlığa “cesetlerinizi kimsesizler mezarlığına atayım, anlaşalım” diyerek başlayan bir devlete karşı, yakınlarını kaybetmiş insanların canı burnunda çaresizliği ve olağanüstü asimetrik güçsüzlüğü ile büyüyen bir direnç yarattı. Devlet, tüm fütursuzluğuna rağmen, “sevdiklerinin kemiklerini aramak” gibi zaten rasyonel olmayan, istisnai bir acıya tıkıştırdığı insanları korkutamıyordu. Korkutamazdı. Kendi gücünün panzehiri kendi kıyıcı zorbalığı olmuştu. Sevdikleri insanların cenazelerinden başka kazanacak hiçbir şeyleri kalmamış insanları korkutmak, yıldırmak mümkün olmuyordu. Devlet, oldukça etkin bir siyasi mücadele yöntemi olarak kullandığı, insan kaçırma, kayıtsız gözaltında ağır işkence ile öldürme ve yok etme döngüsünü eskisi kadar cüretkar kullanamaz oldu. Kaçırılan ve kaybedilen insanlar, genellikle sol siyasetlerin, Kürt hareketinin, mücadeleci sendikalar ve toplum örgütlerinin etkin isimleriydi.
'Ellerinde pankartlar var, epey eskiler...'
Devlet, devrimcileri gözaltında kaybetme politikasını sistemli olarak uygulamaktan vazgeçmek zorunda kalmıştı; ama Abdullah Öcalan’ı Suriye’den çıkartmak için harekete geçtiği 1998 ağustosunda yaptığı ilk şeylerden biri de, “Cumartesi Anneleri” eylemini yüksek dozda şiddetle engellemek oldu. Oradaki direnç potansiyelini kurutmak istiyorlardı. Kimi zaman yüzlerce insanı döve döve gözaltına aldı. Kimi zaman alay eder gibi, üzerine “Kayıp Kişileri Araştırma Gezici Merkezi” yazdıkları bir otobüsü cumartesi eylemcilerinin yanına dayadı. Kimi zaman, çatışmalarda can veren güvenlik görevlilerinin yakınlarını araçsallaştırıp ‘Cuma Anneleri’ diye bir karşı kutup oluşturmaya çalıştı. Ve tüm bunları yaparken, kirli ve komplocu bir devlet dilini dolaşımda tuttu. “Teröristlerin anneleri” ya da “ülkeyi zayıflatmak için dış güçlerce kullanılan maşalar” olarak işaret etti bu direnci. Erdoğan’ın “Cumartesi Anneleri'nin ne iş yaptıklarını bilmiyorum, birileri tarafından kullanılıyorlar” sözü, yatkınlığı giderek daha çok açığa çıkacak olan bu komplocu bakıştan kendisine miras kalan bir ezberdi. Pragmatist bir esneklikle ‘açılım’ yapmaya çalışırken bile bu verasetin ve ezberlerinin etkisi daha güçlü kalıyordu.
Başbakanın 2010’daki sözlerine yanıtı, 13 yaşındaki oğlu Seyhan gözaltında kaybedilen, Mardin Dargeçitli Ramazan Doğan vermişti: “Ben Ramazan Doğan. Gözaltında kaybedilen Seyhan’ın babasıyım. Galatasaray Lisesi önüne eskiden karım Asiye gelirdi. Gözaltında işkence gördü, sağlığı bozuldu, Seyhan diye diye öldü. Yerine ben geliyorum. Başbakan ne yaptığımı bilmiyorsa, söyleyeyim: Oğlumun kemiklerini arıyorum.”
Bu sözlerden 24 gün sonra yorgun Ramazan Doğan da öldü.
* * *
Gözaltında kaybedilen, daha açık söylemek gerekirse devlet tarafından kaçırılıp, işkence edilip, öldürülüp sonra cesedi de yok edilen insanlar için her cumartesi Galatasaray’da yapılan buluşma bugün 700’üncü kez tekrarlanacak.
Bu bir vicdan eylemi değildir. Ceberut bir devleti, tüm gücüne ve kural tanımazlığına rağmen durdurabilmenin yollarını göstermiş bir özel direniş biçimidir. Sonuç almıştır. Devleti insan kaçırıp katletmek konusunda durmak zorunda bırakmış bir toplum hareketidir. Türkiye’yi demokratikleştirme vaadi ile bugünlere taşıyan her ‘renk’ ve soydan egemen siyasetçiye rağmen, devlet kayasını aşağıdan gelen güçle bir parça olsun geriye itmeyi başarmış bir başarısıdır ezilenlerin. Bugün en az 1995’teki kadar anlamlı ve günceldir. Devletin tekinsiz fraksiyonlaşmalarına, güvenilmez ittifak değişimleri ve iç çatışmalarına karşı ezilenlerin dayanak noktalarından biridir.
Darbeden 7 ay sonra gözaltına alınıp ‘kaybedilen’ Nurettin Yedigöl’ün ağabeyi Muzaffer Yedigöl, 31 yıl sonra, 12 Kasım 2012’de Galatasaray Meydanı’nda; “Buradan kimseye seslenmiyorum” diyordu, ancak bütün bir sistemin kendisine karşı hareket halinde olduğunu görenlerin sahip olacağı bir bilgelikle, “Sadece mezarı olsun istiyorum”... Cumartesi eylemleri ezilenlerin bu bilgeliğidir.