Burası yoksul bir ülke

Genç yaşta tanık olduğum, kir pasla, yırtık fanilalarla ve çöp evlerle sarmaş dolaş yaşanan bir yoksulluk, Kemalettin Tuğcu’nun ilham verdiği yamalı ama mis gibi sabun kokan o “gururlu” yoksulluk tahayyülüne ve tecrübesine pek denk düşmüyordu.

Sevilay Çelenk sevcelenk@yahoo.com

Türkiye tabii ki bir Yemen değil, Afganistan değil. Büyük ekonomi. Ama yoksuluz. Büyüklükle yoksulluk arasında da hiçbir çelişki yok. Büyüyen ekonomiler tarafından rutubet ve küf kokan, karanlık ve pis, üstelik “en büyük kabus” olarak internetin de çekmediği bodrum katlarına yuvarlanan parazitler olma yolundayız. Ne çelişkisi? Tam da ülke ekonomisi daha daha büyüsün, havaalanları şişip patlasın, her yer köprüler köprüler, yollar yollar olsun, betondan şehirler ağaçları ve meydanları yutsun diye hep birlikte foseptik basan bodrum katlarına yuvarlanıyoruz.

Büyüklük dünyayı kurtarmayacak. Dünyanın on birinci büyük ekonomisi Güney Kore’de de bu böyle. Bizde de...

Kasım ayı, yoksulluğumuzla farklı biçimlerde yüzleştiğimiz olayların, yazı ve değerlendirmelerin ayı oldu. Geçen haftanın medyasında pek çok isim yoksulluk mevzuunda yazdı, konuştu. Mesela ailelerinin yetişkinleriyle birlikte günün yaklaşık 12 saatini ağır koşullarda tarlada çalışarak geçiren 10 yaş üstü çocukların “Olduğun yere çök molası” verdiğini öğrendik. Bu çocuklar hepimizin yüzüne tükürse yeridir...

Mine Söğüt de bebeklerin yoksulluğunu yazdı. “Ahlaksız şatafat” konusunun bir bebeğin parmağına tek taş yüzük geçiren görgüsüzlüğe havale edilerek kendimizden uzağa göndereceğimiz bir şey olmadığını isabetle söyledi. Evet gerçekten de “şatafatını” sürdürebilmek için dünyanın bütün çocuklarını tek kalemde gözden çıkaracak milyonlar var. Bizzat kendi çocukları iyi yaşasın yeter... Kısacası en eğitimli kesim dahil olmak üzere her katmandan, her din ve dünya görüşünden insan aynı görgüsüzlüğü her gün instagramlardan, feysbuklardan filan kendi meşrebince yapıyor. Kimisi Büşra Nur gibi kitch, kimisi elegan yollarla yapıyor.

Gelelim yoksulluğumuza. Ekim ayı tablosu burada. Geçen yılı değerlendiren bir rapor da toplumun yüzde 20’sinden fazlasının açlık sınırının altında, yüzde 60’dan fazlasının yoksulluk sınırının altında olmak üzere, yüzde 80’den fazlasının açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşadığını söylüyordu.

Yoksulluğun asgari koşullarda yaşamayı ölçüt almayan bir biçimine de “yeni yoksulluk” deniyor. Küresel yoksulluğun yeni görünümü olan bu yoksulluk tüketim kültürünün bir sonucu olarak değerlendiriliyor. Süreğen işsizlikle, gelir ve statü kaybıyla, yaşam standartlarının düşmesi ve hatta hayatı kendi imkanlarıyla sürdürmenin mümkün olmadığı bir duruma gelmeyle kendini gösteriyor. Kentli orta sınıf aileler ya da tekil bireyler uyum sağlamakta güçlük çektikleri bu durum içinde borç batağına saplanıyor. Bu “yoksullaşma” trajik sonlara yol açabiliyor. Tanıyanlar bu insanların böyle ekonomik bir çıkmaz içinde olduğunu bilmiyor. Onlar bildiğimiz yoksullar değil.

“Yeni yoksulluk” yeni bir kavram değilse de bu yoksulluğun kentli orta sınıf aileleri bu sıklıkta ve sessiz sedasız vurması Türkiye bakımından yeni. Bu yoksullaşma “yeni orta sınıf”ın yükselme umudunu da “kalbinden vurdu.” Bu konuyu Bahadır Özgür’den okumanızı öneririm.

Geçtiğimiz günlerde sohbet ettiğim, birkaç yıl evvel mezun olmuş bir öğrencim, dönem arkadaşlarının çoğunun işsiz olması nedeniyle kendi alanında bir iş bulduğunu ve çalışmakta olduğunu söylemekten mahcubiyet duyduğunu anlattı. Pırıl pırıl gençler...

Bu hafta zamane yoksulluğu üzerine düşündüm. İlk olarak yıllar yıllar evvel, Malezya’ya gittiğimde rastladığım bir yoksulluk. O zaman beni resmen dehşete düşürmüştü. Asistanlık yıllarımdı ve yazı geçirmek üzere Kuala Lumpur’da çalışan “kendisinin” yanına gitmiştim. Henüz evlenmemiştik o zaman. Condominium tabir edilen bir binada oturuyordu. Bu apartman kompleksinin giriş kapılarından biri kıvrıla kıvrıla Kuala Lumpur sultanlarından birinin sarayının önünden geçen bir koruluğa, arka kapısı ise o yaşa kadar benzerini kesinlikle hiç görmediğim türden bir yoksulluğa, bir Çin mahallesine açılıyordu.

HADSİZ BODRUM FARELERİ

Kuala Lumpur’da görkemli Petronas ikiz kulelerinin ve diğer gökdelenlerin yarattığı Manhattan siluetinin ardında, hiç dinmeyen bir kent uğultusunun kuytularında başka yoksul mahalleler de gördüm. Tüyler ürpertici bir yoksulluk. O yoksulluğun aklımda kalan imgesi, içerideki tavan vantilatörünün rüzgarıyla dışarıya doğru savrulan rengi mora yaklaşmış lime lime perdelerdi. Dayanılmaz sıcaklığı bir parça azaltmak için o yoksulluğun içinde bile olsa ne yapıp edip bulunan tavan vantilatörleri, kir içindeki perdeleri kırık camlar veya açık pencerelerden dışarıya doğru savurup duruyordu. Perdeler dışarıya doğru savruldukça arkalarında mora çalmış lime lime fanilalarının içindeki genç adamlar görüyordum. Muhtemelen hepsi uzun zamandır işsizdi. Sigaralarından çektikleri nefesi dışarı savuruyorlardı.

Genç yaşta tanık olduğum, kir pasla, yırtık fanilalarla ve çöp evlerle sarmaş dolaş yaşanan bir yoksulluk, Kemalettin Tuğcu’nun ilham verdiği yamalı ama mis gibi sabun kokan o “gururlu” yoksulluk tahayyülüne ve tecrübesine pek denk düşmüyordu. Condominiumun arka kapısından çıkınca karşılaştığım bu yoksulluk bir tekinsizlik hissi veriyor ve gerisin geri ön kapıya seğirterek sultan koruluğunun tenha yollarından ana caddeye yürümeyi tercih ediyordum...

Bu ay yaşanan intihar olayları yoksulluğun sinsi sinsi burnumuzun dibine kadar geldiğini ve perdeleri kemirdiğini düşündürdü. Önceden de yoksulluk vardı elbette. Fakat çalışan çabalayan, okuyan ve yazan insanların gelecek ufkuna çöreklenen bir belirsizlik değildi o yaşanan yoksulluklar. Vahşi kapitalizmin şimdi herkese yaptığı şey ise tam olarak bu.

Güney Kore filmi Parazit’i (Bong Joon Ho, 2019) izlemem Türkiye’de ardı ardına yaşanan intiharlara denk gelince yoksulluğun bu yeni biçimlerini düşünmek kaçınılmaz oldu. Görkemli bir yağmurun yoksullara getireceği tek şeyin foseptik taşması ve bodrum katlarını bok basması olacağını söyleyen, bütün çıkışları ve aynı zamanda sistemin kendisini de tümüyle tıkamış olan bir yoksulluk. Ekmekten çok internet yokluğunun dehşete düşürdüğü bir yoksulluk. Parazit’te görüldüğü gibi zekayı, kapasiteyi, yeteneği, her tür “hayat becerisini” ve hatta milli bir sporcuyu foseptik çukuruna iteklemiş bir yoksulluk. Öyle ki dört kişilik bir ailenin bakımı için aşçı, şoför, özel öğretmenler vs. kadrosundan en az dört kişi istihdam edebilen malikane sahiplerini suya götürüp susuz getirme kapasitesine sahip yoksullar. Hadsiz bodrum fareleri...

Türkiye’de yaşanan intiharlarda hiç bilemeyeceğimiz ve üzerine konuşmaya hakkımızın bile olamayacağı birçok veçhe var. Fakat bilebileceğimiz bir şey de var . Kötürüm bırakan bir “belirsizlik” ve “umutsuzluk.” Bu hepimize ama hepimize çok yakın. Fatih’teki aile intiharı konuşulurken uzman ağızların tümünden daha derin bir yerden konuşan bir twitter kullanıcısı, “Oturdukları binalardaki kapıcılardan çok daha belirsiz ve umutsuz bir hayat yaşayan ve fakat bunu da konuşamayan, paylaşamayan geniş bir kesim var” gibi bir şeyler demişti.

Böyle. Gerçek ve çok vahim. Bu elbette neoliberal kapitalizmin krizi. Elbet aynı foseptik çukuru onun da sonunu getirecek... O zamana dek zorlukları moral çökertecek ölçülerde kişisel almayarak, dayanışarak, umudu politikleştirerek aşılacak bu. İnsanlık buna muhakkak tanık olacak.

Tüm yazılarını göster