Burcu Kapu: İyiliğin ve kötülüğün milleti yok

Burcu Kapu'yla İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlanan 'Muaz' kitabını konuştuk. Kapu, "Belki iyi toplum, iyi yetişkin yoktur ama her çocuk iyidir içindeki iyiliği kaybedene kadar" dedi.

Abone ol

DUVAR - Sunucu ve yazar Burcu Kapu’nun, gerçek bir hayat hikâyesinden kurguladığı ve on dört yaşındaki bir Suriyeli çocuğun gözünden kaleme aldığı romanı 'Muaz', İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı. 

"Belki iyi toplum, iyi yetişkin yoktur ama her çocuk iyidir içindeki iyiliği kaybedene kadar. 'Muaz', kötülükle tanışan çocuklara gelecekte kötülüğü tercih etmemeleri için bir yardım eli" diyen Burcu Kapu ile göçmen sorunundan savaş mağduru çocuklara, pek çok meseleyi edebiyatın incelikleri içinde konuştuk.

Romanınızla başlayalım… 'Muaz' gerçek hikâyeden kurgulanarak okurla buluştu. Bize biraz 'Muaz'ın başlangıç noktasını anlatır mısınız?

Güzel bir başlangıç hikâyesi anlatmayı çok isterdim size ancak pek de öyle olmadı. Suriye’deki iç savaş başlamış hatta üzerinden birkaç yıl da geçmişti. Birçok insan gibi benim için de haberlerde gördüğüm, kısa bir süre üzülüp ardından unuttuğum görüntülerden ibaretti. Sonra Türkiye’ye gelip kalan veya Avrupa’ya geçmeye çalışan mültecilerin görüntüleri artmaya başladı. Bir sabah hepimiz Aylan Bebek’in fotoğrafına uyandık. Hala aynı duyguyla hatırlıyorum. Koskoca dünya, üç yaşındaki bir çocuğa barınacak bir yer bulamamıştı. Daha onun etkisi geçmeden hava saldırısında yaralanan beş yaşındaki Ümran Dakneş’in fotoğrafıyla yüz yüze geldim. Bir ambulansın arkasında oturuyordu. Ayakları çıplak, yüzü kan içinde, vücudu toz ve külle kaplıydı. Ağlamıyordu. Öfkeli de görünmüyordu. Belki şokta olduğundan, belki de o doğduğundan beri ülkesi zaten savaşta olduğu için bildiği tek hayat bu olduğundan. O gün gazeteci bir arkadaşımı aradım bir şeyler yapmak istiyorum diye. Ardından çeşitli yardım kuruluşlarıyla mülteci çocukların kazanımıyla ilgili projeler geliştirip uygulamaya başladım. 'Muaz'ın hikâyesinin bir roman haline gelmesi de tüm bu süreçlerin sonunda oldu.

'HİKÂYENİN EKSİĞİ ÇOK AMA FAZLASI YOK'

Tüm savaş hikâyelerinde çocuklar en çok yara alandır. Muaz’ın gözünden aslında tüm çocukları anlatıyorsunuz. Peki, bir yazar olarak bu hikâyeye odaklanmak zor olmadı mı? Nasıl bir yol haritasıydı sizinki?

Olmaz olur mu? Yazmaya karar verdiğimde editörüm Olcay’la içerikle ilgili planlama yapmaya başladık. Bu gerçek, yaşanmış bir hikâye. Ama bir an kendimi şunu söylerken buldum, “Acaba tüm bunları bu şekilde yazarsam insanlar inandırıcı bulmaz ve amma da abartmış der mi?” Bu insanların başlarına gelenler tek tek anlatmaya başladığınızda gerçek üstüymüş gibi hissettiriyor. En büyük zorluk bu gerçekliği yalın bir şekilde vermeye çalışmak oldu. Hikâyenin belki de eksiği çok ama fazlası yok.

'Muaz', savaşın umutlu bir hikâyesi… Bir göç hikâyesinin ötesinde hayalleri olan bir çocuk Muaz. Savaş sadece yıkıntı değil, hayalleri olanlar için umut da olabiliyor değil mi?

Kitabı yazarken birçok kişiyle konuştum. İçlerinden biri de Birleşmiş Milletler'de mülteci kamplarıyla ilgili çalışan bir saha sorumlusuydu. İlk cümlesi şu oldu: “Sonu mutlu biten bir göç hikâyesi yoktur!”

Gerçekten de öyle. Muaz’ın hayalleri var, belki gelecekte bir kısmına kavuşur da. Kitabın sonunda o umut ışığı beliriyor. Ama oraya varana kadar yaşadıkları gelecekte hayatını şekillendirirken onu nasıl etkileyecek bilmiyoruz. O yıkıntılardan çıkan çocuklar hayatlarının geri kalanında normal bir yaşam sürebilecekler mi? Düşünsenize bazen kendi çocukluk travmalarımızla yüzleşirken anne-babamızla ilişkimiz, ergenlik sorunlarımızın yarattığı travmalardan, onların etkisinin yetişkinlikte ilişkilerimize nasıl yansıdığından bahsediyoruz. Bu çocuklar için travmanın tanımını hiçbirimizin hayal edemeyeceği bir şey.

Dünyadaki tüm savaşlar insanlar tarafından yaratılıyor, mağduru da yine insanlar oluyor. Romanınızda merkezi insana koyarak, din, dil, ırk ayrımından uzak, insanı temsil eden bir hikâyeye odaklanmışsınız. Peki, hala savaşları konuştuğumuz günümüzde siz 'Muaz'ı nereye koyuyorsunuz?

Konu Suriye Savaşı olduğunda hikâye 'Muaz'dı, Nazi Soykırımı zamanı belki Noah ya da bu kitap yayınlandığı sırada hala devam eden Rusya-Ukrayna savaşı için belki de Anna’nın hikâyesi. Coğrafya değişiyor, isimler, dinler değişiyor ama savaşta çocukların yaşadıkları olaylar değişmiyor.

Muaz, Burcu Kapu, 244 syf., İnkılap Kitabevi, 2022.

Ülkesini bırakmak zorunda kalan insanların yeni bir ülkede umut aramalarını, yurtsuzluk yaşamalarını, hiçbir yere ait olamayanları günümüz şartlarında nasıl anlatırsınız?

Aslında bize çok yabancı bir durum değil bu. 1961 yılında Almanya ve Türkiye arasında iş gücü anlaşması imzalandıktan sonra bir milyona yakın Türk, Almanya’ya göç etmişti. Tabİi bu kayıtlı rakam. Çok daha fazlası olduğu biliniyor. O ailelerin orada çocukları oldu. Belki mahalleden arkadaşımız, belki komşumuz, belki akrabamızdılar. Her yıl tatil için ülkeye döndüklerinde hepimiz aynı şeyi söyledik: “Ne Türk gibiler ne Alman.” Giyimleri farklı, konuşmaları farklı, yeme-içmeleri farklı. Muhtemelen Almanya’ya döndüklerinde de aynı şeyle yüzleşiyorlardı. Sıkışmışlık, kafa karışıklığı. Şimdi Türkiye ev sahibi, Suriyeliler için aynı durum söz konusu. 70’li yıllarda Berlin’de parklarda semaverle çay demleyen Türk göçmenlere Almanlar nasıl yaklaşıyorsa, şimdi de sahil kenarında kat kat kıyafetlerle denize giren Suriyelilerin yarattığı tablo benzer. Yani demem o ki, göçmen olmak da, göçmen ağırlamak da çok zor ve bu işin her iki taraf için de tek bir doğrusu yok.

'SAVAŞA, BAŞLADIĞI COĞRAFYAYA GÖRE TAVIR ALINCA BARIŞ YANLISI OLUNMUYOR'

Tam da bu noktada hala göçmen tartışmalarını yaşıyoruz… Hikâyelerden öte daha çok “ırkçı” yaklaşımlara da tanık oluyoruz… Duygu durumunuzu sorsam neler hissettiriyor size?

Rusya-Ukrayna savaşının ilk günleriydi. CBS News muhabiri bölgeden yaptığı yayında şöyle bir ifade kullandı:

“Burası on yıllardır kaosla yaşayan Irak veya Afganistan değil. Burası böyle şeyleri görmeyi hiç ummadığınız medeni Avrupalılara has bir kent.”

Yine BBC’de bir yorumcu ise, “Burada ölenler bizim gibi. Mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüğünü görüyorum” dedi.

Ne diyeyim ki daha? Sorsan herkes Hitler’i lanetler, kimse savaş yanlısı değildir, Amerika’da yıllarca ten rengi yüzünden insanlara zulüm yapılmıştır. Di mi böyle der hepsi? Savaşa, başladığı coğrafyaya göre tavır alınca barış yanlısı olunmuyor. Maalesef dünyanın samimiyeti işte bu kadar.

Savaşlardan söz ediyoruz ama en basiti insanın insana sevgisi kalmadı aslında. Duyarsızlaştığımızı düşünüyor musunuz?

Kesinlike. Hani bir filmde şehit haberleri için, 'televizyon başında izleyenler için 45 saniye süren isim ve memleketlerinin anonsundan ibaret' diyorlardı ya. İşte her şey aynen öyle, savaş da. Bir yerlerde birilerinin evine bomba düşüyor, çocuğu ölüyor veya çocuklar kimsesiz kalıyor. Başka bir yerde biri bunu sosyal medyada bir anlık görüyor, "Aaa tüh" deyip birkaç dakika sonra yeni çıkan bir filtreyi uygulamak için selfie çekiyor. Çünkü kabul edelim, bu kadar büyük travmatik ve kötü olayları içselleştirmeyi tercih etmiyoruz. Bir gün bizim de başımıza gelme ihtimalini hiç düşünmüyoruz.

Buradan bakınca Muaz’ı nasıl anlamalıyız?

'Muaz', bir yanıyla bir göç hikâyesi, diğer yanıyla savaş. Bugün hala savaşları çıkaranlar da bir vakit çocuk olmuştu. O yüzden belki iyi toplum, iyi yetişkin yoktur ama her çocuk iyidir içindeki iyiliği kaybedene kadar. 'Muaz', kötülükle tanışan çocuklara gelecekte kötülüğü tercih etmemeleri için bir yardım eli.

Ben hep şunu derim; betonlardaki çatlaklardan sızan o yeşil benim için hep umudu simgelemiştir. İnat var çünkü. Bu roman da böyle değil mi?

Belki çok fazla çatlak yok artık betonlarda ve o yeşil, kendine sızacak bir delik her zaman bulamıyor. Ama 'Muaz', hem o minik çatlaktan gökyüzünü gören bir yeşillik hikâyesi hem de oradan geçen sıradan insanların o yeşilin üzerine basması veya durup su vermesinin hikâyesi.

'SUÇ, HER DİLDE SUÇ'

Sanırım önyargılarımızdan kurtulmalıyız…

Önyargı iyidir diyen yoktur herhalde ama kabul edelim hepimizin içinde var. Benim de birçok insan gibi mülteci konusuyla ilgili çok fazla rahatsızlığım var. Ama zaman içerisinde şunu anladım; bu rahatsızlıkların asıl sebebi, doğru bir göç politikasının olmaması. Yani onlar da mağdur. İyiliğin ve kötülüğün milleti yok. Suç, her dilde suç. O kadar çok insan göçtü ki, bunların içinde iyiler de var kötüler de. Tıpkı bizim ülkemizde, kendi insanımız içinde de iyilerin ve kötülerin olduğu gibi. Bunları birbirine karıştırmamak, herkes baştan kötüdür etiketi yapıştırmamak lazım.

Peki, sizin hayaliniz?

O beton aralarından sızmaya çalışan yeşilliklere daha fazla denk gelmek, büyümelerine yardımcı olmaya çalışıp, eşlik etmek.