İstanbul’da şu an belediye başkanlığı görevini sürdüren, bu pozisyona bir tür ‘atama’ yoluyla gelmiş kişinin adını biliyor musunuz? Ya da Ankaralılar, Ankara’da sabık başkan Melih Gökçek’in yerine kimin getirildiğini bir çırpıda söyleyebiliyor mu?
Rasim Ozan Kütahyalı, Sabah Gazetesi'nden resmen kovuldu mu? Yazmaya devam edip etmeyeceğine dair bir açıklama yapıldı mı?
ABD’yle vize işi ne alemde şu an?
Sorular çoğaltılabilir. Ama sanırım yanıtlar sıkı gündem takipçileri için bile bir çırpıda verilebilecek gibi değil. Kısa bir süre önce gerçekleşmiş ve o esnada memleketin gündemini esir almış bu ‘olay’ların bir ‘gündem türbülansı’, süreklileşmiş ve sünekleşmiş bir siyasal kriz hali bu… Bu kaosun hem müsebbibi hem de olağan koşullarda ondan en çok zarar görmesi gereken unsuru, iktidar. Ama yaygın kanı, bu birbiri ardına patlayan krizlerin de son noktada iktidarın işine yaradığı yönünde…
Belki bugüne dek bir ‘öteleme’, ‘erteleme’ avantajı sağlamış, hatta bazıları halen de sağlıyor olabilir. Ama genel planda iktidar, artık neredeyse sadece sorun üreten, üstelik geçmişte ‘kıvançla’ sunduğu (‘Cemaat’ ile ittifak, Reza Zarrab’ın kahraman ilan edilmesi vb.) pek çok icraatı, döne dolana sadece kendisinin değil tüm ülkenin karşısına çıkan bir aktör haline geliyor. Kudüs meselesi gibi ‘duygusal’ yönü yüksek, ‘ateşleme’ mekanizması güçlü konular anlık rahatlamalar sağlasa da uzun vadede hamle seçeneklerinin sınırlı ve sıkıntılı olduğu meseleler. Artık büyük oranda birer ‘siyasi bulvar gazetesi’ne dönüşmüş destekçi basına demagojik başlıklarla çıkma şansı yaratsa da, mesela Hariciyecileri kara kara düşündürüyor olmalı bir yandan da...
Dolayısıyla, sıcak gündemin yarattığı etkileşimler, uzun vadeli bir normalleşme, istikrar arayışı için, iktidarda tutunmaya yetecek toplumsal-sınıfsal ittifak korelasyonu için işlevli değil. Hamasetin, ajitasyonun fokurdamaları ve köpükleri yüzeyi kaplasa da asıl kaynayan, yüzeyin altındaki ‘çorba’. Ve orada dikkat çekici ‘tepkime’ler var.
Erdoğan’ın, Atina’da, zaman zaman muhataplarını da şaşırtarak bir ‘Lozan gündemi’ yarattığı sıralarda, İstanbul’da geleneksel sanayi burjuvazisinin örgütü TÜSİAD’ın Yüksek İstişare Kurulu toplantısı yapılıyordu. Başbakan Binali Yıldırım oradaydı. İlk iki konuşmayı yapan TÜSİAD sözcüleri Tuncay Özilhan ve Erol Bilecik, birbirine paralel şekilde, küresel ve bölgesel ‘tekinsizliklere’, ekonomik tablodaki ‘olumsuzluklara’ ve ‘olağan hale dönme’ ihtiyacına değindiler. Ekonomi, eğitim, yargı, kentleşme gibi alanlardaki uygulamalara, kimi örtük kimi açık eleştiriler yönelttiler. Durumun ‘ciddiyetini’ vurguladılar. Örneğin Tuncay Özilhan, Erdoğan’ın her fırsatta iftiharla gündeme getirdiği şehir hastanelerini eleştirdi: “Şehir hastanelerine milyarlarca liralık yatırım yapılırken, yüksek teknolojili sağlık ekipmanlarını kullanacak yetişmiş teknisyen, yeterli doktor ve sağlık elemanı sıkıntısı ortaya çıktı. Dünya masrafı büyük, yönetimi zor büyük hastanelerden vazgeçiyor.” Burada ‘dünya vazgeçiyor’ ifadesinde gizli olan ‘çağa uygun davranmama’ eleştirisi, iki TÜSİAD yöneticisinin de konuşmalarındaki ana temalardan biriydi. Kimi zaman ‘bilim ve teknoloji’ diyerek, kimi zaman ‘matbaanın Osmanlı’ya geç gelmesi’ gibi –üstelik iktidar için alerjik olabilecek– klişeleri kullanarak, ‘çağla ve dünyayla uyumlu’ bir ülke talebini tekrarladılar.
Reza Zarrab’ın ‘zamanında’ yargılanmamış olmasını, “Ezber bizim geleneğimizde var” diyen ‘eğitim’ bakanını, ‘cezalandırmaya dönüşmüş’ tutuklamaları, ‘kutuplaşma ve ayrışmayı’ eleştirdiler, OHAL’in kaldırılmasını istediler.
Erdoğan olsa belki “OHAL’le grevleri yasakladık, en çok siz yararlandınız” diye kızardı, ‘haklı’ olarak. Ama büyük burjuvazi, grevlerin ‘OHAL olmadan da’ yasaklanabildiğini bilecek kadar deneyimli, ‘yemezdi’. Tek başına bir uygulama olarak OHAL’i değil, konuşmalarının bütününe bakıldığında bizzat Erdoğan’ın şahsında temsil edilen yeni ‘rejimi’ eleştirdiler.
“1990'lar piyasa dinamiklerinin gözetilmemesinin acı tecrübeleri ile doludur” gibi, “Bu işler ‘yap-boz’ taktiği ile olmaz. Bu süreci yönetemezsek, bizi kaotik bir gelecek bekleyecek” gibi yükte de pahada da ağır sözler ettiler. Ve ‘ayrımı’, Erdoğan’ın da sık sık “200 yıllık hesaplaşma” sözüyle andığı ‘Batıcı modernleşme’ye, yani bir tür ‘eksen tercihi’ne kurdular: TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik, “AB üyelik projesi, hem 3. Selim'den beri süregelen modernleşme tarihimizin doğal sonucu, hem de ülkemizin potansiyelini gerçekleştirmesi için elde ettiği önemli bir fırsattı” dedi.
“Erdoğan olsa ağızlarının payını verirdi, onlar da zaten böyle konuşamazdı; üstelik TÜSİAD’ı da önemsediği yok” diyenler olabilir. O halde Erdoğan ve AKP iktidarının, en ‘yaldızlı’ döneminde büyük burjuvazinin açık desteğini aldığı ve –Erdoğan’ın da sık sık dile getirdiği gibi– o dönem hızla büyüdükleri unutulmamalı. 2003’te başlayan ‘dev özelleştirme’ furyasında, madenlerden metalürji sanayii ve petrokimya endüstrisine, limanlardan ulaşım ve haberleşmeye dek tüm kamu zenginliği satılıp savurulurken, TÜPRAŞ’ı Koç’un, Petrol Ofisi’ni Doğan’ın, pek çok limanı Doğuş’un, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere en kârlı elektrik dağıtım ihalelerini (üstelik ta 2013’te) Sabancı’nın aldığı da hatırlanmalı.
Büyük burjuvazinin desteği, desteğinden öte ‘ortaklığı’ olmasaydı, AKP ve başarısından, dolayısıyla şimdiki güç temerküzünden söz etmek olanaklı olmazdı. AKP’nin siyasal olarak temsil ettiği sürecin sermaye birikimi tarafında ‘TÜSİAD burjuvazisi’ bulunuyordu ve AKP/Erdoğan siyasal hareketinin de bu ‘kazan-kazan’ ittifakına ihtiyacı vardı.
Bu ihtiyaç ortadan kalkmış değil. Ama, ‘Anadolu Kaplanları’ndan ‘yeni İslami burjuvazi’ye dek bir dizi adla tarif edilen yeni sermaye odaklarının, yeni ve müstakil bir burjuva sınıfı oluşturamamış olmasından kaynaklanmıyor bu ihtiyaç. Tam tersine, gerçekten ortaya böyle bir tür burjuva ‘klik’ çıktığı ama bu gruplar da verili tablodan hoşnut olmadığı için.
Filmi 8 yıl önceye saralım. Temmuz 2009’da, o dönemki MÜSİAD başkanı Erol Yarar, sonradan AKP milletvekili olacak Fadime Özkan’a verdiği röportajda, “Türkiye’de sermaye devlet eliyle oluşturuldu. Anadolu sermayesi ise Batı’daki gibi kendi doğal sürecinde gelişti; bu yüzden Türkiye’nin gerçek burjuvazisi bu yeni sermayedarlardır diyebilir miyiz” sorusuna, coşkulu bir “Kesinlikle” yanıtı veriyordu. Bu ‘yarım hikâye’, İslamcı siyaset ve AKP açısından daima işlevsel olan ‘mağduriyet’ mitini de içeren, ama esasen ‘tuzu kuru’ zamanlar için kullanışlı olan bir ‘sınıf rekabeti’ söylemiydi. Fakat aslında işçi sınıfının, taşradan büyük kentlere sürüklenmiş kayıtdışı emekçilerin, işsizlerin, kır-taşra nüfusunun oylarıyla ortaya çıkan bir sandık meşruiyetinin gücüyle tesis edilen bir ‘yeni devlet eli’nin teşvikiyle büyüyordu bu sermaye sınıfı da. Büyük burjuvazinin ‘yıldızlaştığı’ özelleştirmelerden elde edilen 60 milyar dolar; yalnızca ‘seçmen’ olarak görülen kalabalıkların ‘sosyal bağış’ ile rehin alınması kadar, cömert kamu ihaleleriyle kendi seçkinlerinin oluşturulması ‘ülküsü’ için de seferber edilmişti. Böylelikle onlar da bir burjuva kliği oluşturdular.
İşte bu noktada iki sorun var. Birincisi, bu klik, ideolojik köken olarak AKP’ye yakın olsa da, burjuva dünya ‘kutsal’ değerleri aşındırır; kapitalistleşme, ticaretin konusu olmayan şeyleri ve ilişkileri de ticarileştirir. Burjuva burjuvadır. Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) hükümete bağlanıp TÜSİAD’ın yerine MÜSİAD’ın monte edilmesi, tek başına, MÜSİAD’çı burjuvaların da sorunlarını çözmez. ‘İslami burjuvazi’ AKP iktidarından faydalanarak gücünü artırmış, pekiştirmiş olabilir; ama onun da ‘fiyat istikrarı’na, güçlü pazarlara, doğru bilgiye vs. ihtiyacı var.
İkincisi, siyasal iktidarın neredeyse geriye kalan tek meşruiyet kaynağı olarak ‘seçmen desteği’ni üreten kalabalıkların çıkarlarının, bu ‘kapitalistleşme’ ve sürekli kriz ortamıyla çelişmesi.
Bu ikisi, bir büyük toplumsal sorun olarak çözümsüzlük kuyusuna atılan Kürt sorunuyla birlikte, Kudüs ‘kırmızı çizgileri’nden yahut Lozan polemiklerinden çok daha acil ‘yıkıcı’ sorunlar olarak duruyor iktidarın önünde.