Norbert Elias müthiş kitabı Uygarlık Süreci’nde medeniyet kavramının gelişmesiyle, özellikle Fransız saray kültürünün yaygınlaşması arasındaki ilişkiyi vurgular. Medeniyet, yani civilisation kavramının devreye girmesi 1760’lara tekabül eder. Bu kavram aslında civilité’nin dönüşmüş bir halidir. Civilité ise büyük ölçüde bizim adabımuaşeret dediğimiz şeydir ve aslında saray kökenlidir. Geleneksel anlamıyla sarayın da yüksek aristokrasi olduğu düşünülürse, civilité ve bir anlamda da civilisation aristokratik kökenlidir.
Ancak medeniyet kavramı aynı zamanda sınıflar arasındaki mesafenin azalması perspektifini de taşır. Farklı kesimlerin antropolojik kültürleri arasında bir mübadelenin imkânlarını geliştirir. Medeniyet daha ilişkisel bir zeminde antropolojik kültürlerin geride bırakılmasına işaret eder. Bu anlamda medeniyet, saray civilité’sinin saray dışına doğru genişlemesini içerir. Burada akla gelebilecek ilk halka, elbette aristokrasinin diğer ya da daha alt kesimleridir. Yerleşik unvanlar üzerinden sarayla düzenli irtibat sahibi olmanın getirdiği bir toplumsallaşmanın ürünüdür bu.
Civilisation kavramı da, onun Mustafa Reşit Paşa tarafından ilk kez kullanılan karşılığı medeniyet de şehirle ilgilidir. Avrupa dillerindeki civil, citizen, citoyen gibi kavramlar cité’den yani şehirden türemiştir. Mustafa Reşit Paşa’da bunun farkında olarak medeniyet’e aynı akıl yürütmeyle varmıştır. Bilenler zaten bilir ama bilmeyenler için ifade etmek gerekirse, medine kavramı Arapçada şehir anlamına gelir.
Avrupa’da şehrin yaklaşık bin yıllık tarihi vardır. Tıpkı üniversite gibi. Feodal çağın derebeylikler şeklinde de tanımlanabilecek dağınık iktidar yapılarında şehirler genellikle o iktidarlara en uzak yerlerde ortaya çıkmıştır. Derebeylik merkezleri daha karasaldır. Oysa şehirlerin deniz ve nehir kıyılarında olmaları daha muhtemeldir. Bugün burjuva dediğimiz toplumsal kesimlerin kökenleri işte bu şehirlerdir. Sanayi Devrimi öncesinde özellikle ticaretten elde edilmiş bir gelirle zenginleşen bir sınıftır. Geleneksel anlamıyla bir tür üçüncü sınıftır. Yani aristokrasi ve ruhban sınıfından sonra gelir. Türkçede benim gençliğimde var olan ama sonra yeterince yaygınlaşmayan bir çevirisi vardı burjuvazinin. Kentsoylu denirdi. Aslında orijinal kavramın etimolojik geçmişine oldukça saygılı bir seçenekti, tıpkı medeniyet gibi. Ama pek tutmadı ve unutuldu.
İşin aslına bakılırsa organik sınıf yoktur. Sınıf ve tüm diğer toplumsal tabakalanma biçimleri tarihseldir. Hiçbiri kendi vakumunda oluşmamıştır. İlişkiseldirler. Yine Norbert Elias’ın kitabına baktığımızda yükselen burjuvazi ile inişe geçen aristokrasi ve saray arasında bizim genelde sandığımızda çok daha güçlü bir irtibat olduğunu görürüz. Buzdağının görünen yüzünde daha çok toplumsal devrimler, giyotinler, havada uçuşan kelleler vardır. Feodalizmden kapitalizme geçiş, derebeyliklerden, merkezî monarşiler üzerinden ulus-devletlere dönüşüm elbette sancısız olmamıştır. Ancak yüzeyde gördüğümüz büyük değişimin altında, buzdağının pek görünmeyen yüzünde aslında bir devamlılık da söz konusudur. Örneğin Norbert Elias’a göre, Fransız Devrimi gerçekleştiğinde, Fransız aristokrasisi içinde burjuva kökenliler çok ciddi oranı temsil ediyorlardı. Bu zümre kan bağı anlamında soylu değildi. Ancak dara düşmüş aristokratlardan toprak satın alarak, evlenme yoluyla unvan elde etmişlerdi.
İşte bu kesim saraydan, aristokrasiden burjuvaziye kültürel sermaye aktarımının tipik bir tezahürüydü. Civilisation bir bakıma, saraylı ve aristokratik civilité’nin şehir kaynaklı sermayeyle bir araya gelmesinin bir sonucuydu. Norbert Elias bunu kitabında en ince ayrıntılarıyla, mutfak, yeme, içme, giyinme, tuvalet alışkanlıkları üzerinden anlatır. Bir bakıma yeni yükselen burjuvazi, sarayı ve aristokrasiyi, onların kültürünü temellük ettikten sonra tarihe gömmüştür. Burjuvazi aristokrasiyi içererek aşmıştır. Hegel tam da buna Aufhebung diyordu. Tarihe sadece değişim üzerinden bakarsak bu ayrıntıları görmek o kadar da mümkün olmaz. Ancak tarih sadece değişimlerin değil, devamlılıkların da tarihidir.
Fransız Devrimi simgesel olarak burjuva iktidarının ve ulus-devletin konsolide olmasıdır elbette. Ulus ise bir hazır yapıt değildir. Tarihin kısık ateşinde pişmiş, aslında arkasında bir sınıfın, yani burjuvazinin güçlü iradesi olan bir tarihsel realitedir. Ulus-devletin inşa süreci ise bir bakıma bu kültürel inşanın diğer toplumsal sınıflara, kesimlere taşınmasından başka bir şey değildir. Örneğin; önce zorunlu askerlik, sonra zorunlu ulusal eğitim burjuva kültürü içinde çözünmüş olan saray civilité’sinin diğer kesimlere de zerk edilmesinin temel araçları olmuştur.
Artık kimilerine oldukça ağır gelecek bir laf etmenin sırası geldi: Bugün medeniyet dediğimiz şeyin kökeni aslında Avrupa yüksek aristokrasisinin kültürüdür. Bunu önce içselleştiren, sonra da toplumsallaştıran ve küreselleştiren ise burjuvazidir. Medeniyetin arkasında bir sınıf vardır ve onun adı da burjuvazidir. Bütün artılarıyla, eksileriyle, hatalarıyla, sevaplarıyla medeniyet bir sınıfın tarihin direksiyonunu ele almasının bir ürünüdür. Hatta proletarya bile bunun bir sonucudur. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunu böylesi bir idrak olmadan okuduğunuzda o metne nüfuz etmeniz o kadar da kolay olmayabilir. Metinde, yazarlar aslında gömmek istediklerini öve öve bitiremezler. Marx ve Engels elbette bunu yaparken aslında komünist devrimin insanlığa katacaklarını ima etmek için el yükseltiyorlardır. Ancak yine de komünizmin manifestosunu yazarken bile burjuvazinin kıymetini bilmeleri müthiş bir tarih bilincinin işaretidir.
Haftaya da “Burjuvazinin Sosyolojisi II” başlığı altında meselenin Osmanlı-Türkiye tecrübesinde nasıl cereyan ettiğini tasvir etmeye çalışacağım.