Burjuvazinin üç hali

Sormak lazım: Burjuvanın beyazı ne kadar beyaz, yeşili ne kadar yeşil, siyahı ne kadar siyah? Yoksa hepsi bir arada mı?

Zeki Coşkun zekicoskun@gmail.com

Maddenin üç halinden hareketle burjuva tarihinin evreleri için katı, sıvı, gaz derseniz, bir yere kadar anlamlı olur. Her bir tarihsel evreye damga vuranların kendine özgü değilse bile onlara atfedilen renkleri var: Beyaz, yeşil, kara gibi. Daha somut yönden bakılırsa teşkilatları ve nihayet adları - sıfatları var: TÜSİAD, MÜSİAD, MİSİAD.

Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği, 1971’de kurulmuş. Bu, sadece burjuvazinin değil, ülkenin tarihinde de bir dizi temel dönüşümü işaret ediyor. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği’nin kurulduğu 1990 yine öyle. İlk adıyla Milliyetçi Sanayici ve İşadamları Derneği’nin örgütlendiği 2014 aynı şekilde. MİSİAD kısaltması hala sürse de derneğin adındaki milliyetçi sıfatı sonradan herhalde daha kapsayıcı olmak için memleketçi olarak değiştirildi...

Hoş, Müstakil’i de özellikle derneğin ilk on yılında kurucu – katılımcılar da onların teşkilatlanıp palazlanmasını, “müstakil”lik kazanmasını kaygı ve endişeyle karşılayanlar da Müslüman olarak okuyordu.

Müslüman – muhafazakar sanayici ve işadamları Müstakil tabelasını asana dek, memleket ekonomisine, iş dünyasıyla birlikte düşünce ve kültür hayatına egemen olanlara Beyaz Türkler denmiyordu. Amerikan söylemi WASP’dan ithal – uyarlama Beyaz Türkler sıfatı umulmadık bir kabul gördü: Ülkenin ezeli ve köhne “elit”lerine, diyelim ki TÜSİAD takımına karşı eleştirellik taşıyordu.

Kendi müstakil egemenliğini inşa etmek için yola koyulan yerli – milli (ve de Müslüman) Anadolu çocukları, Beyaz Türkler söylem – sloganına ağızlar kulaklarda dört elle sarılırken, kendileri için “yeşil sermaye” denmesine ateş püskürüyorlardı. Beyazların geleneksel elitist ayrımcılığından, milletine yabancılığın başka bir şey değildi sermayeyi renklere ayırmak!

Uzatmayalım, kendilerini “hakkın ve hukukun, adaletin ve eşitliğin, barışın ve güvenin, refahın ve mutluluğun sağlandığı; … ekonomik ve siyasi alanda etkin, dünyada saygın bir Türkiye hayaliyle yola çıkan hassasiyet sahibi iş adamları” niteleyen MÜSİAD’a da dayanan siyasetçiler “adalet ve kalkınma” hedefi - vaadiyle 2001’de partileşti. AKP, üç y; yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele sloganıyla iktidar oldu. Adalet ve Kalkınma adı bizzat kurucu ve yöneticileri tarafından zamanla AK Parti’ye dönüştürüldü.

Bugüne gelindiğinde, herkesçe bilinen görülen yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklar, iktidarın gün orasında duran “karanlık” destekçileri, iş görenleri ve taşanları tarafından ifşa edildikçe iş - iktidar çevrelerine eklemlenen, onlarla vücut bulup güçlenen yeni elitlerin rengi öne çıkıyor. milyon dolarlara, şirketlere, mala – mülke çökme düzeyine küresel ölçekli uyuşturucu ticaretinden kara para aklayıcılığına, yüksek ticarete taşındığı görülüyor.

Dünyada da muadilleri var, onlara lümpen burjuva deniyor.

Marx, burjuvazinin tarih sahnesindeki rolünü, o veciz sözle ifade eder: Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor.

Aynı durum, sadece Türkiye cephesinden, sadece örgütsel tabelalar üzerinden, iktidar halleri, renkleri yönünden bakıldığında burjuvazinin kendisi ve tarihi için de geçerli.

HUÇ BURJUVAMIZ OLDU MU?

Nedense burjuva, pek makbul bir sıfat değil.

Burjuvalar da kendilerine burjuva denmesini istemezler, kendilerini bu sıfatla nitelenmezler. Burada adını andığımız sanayici – işadamlarının örgütsel duyurularına bakın, işten, paradan neredeyse hiç söz edilmez, vatan – millet aşkı öndedir.

Örneğin, Genel Başkanı'nın ifadesiyle “MÜSİAD, erdem, yüksek ahlak ve güven temelinde yükselen bir iş dünyası tasavvuruyla yürütülen bir Medeniyet Davasıdır.

Onların yanına konuşlanan MİSİAD misyonunu beş maddede açıklarken dava vurgusunu daha da pekiştiriyor:

1. Asil Türk milletinin canı pahasına kurduğu bu vatan, kanımız kadar kutsaldır. Hiçbir şeye feda edilemez.

2. Bütün iktisat mesaimizden yegâne amaç memleketi yükseltmek gayesidir.

3. Mukaddesatlarımız her türlü ticaretin üstündedir.

4. Yüce Türk devletinin bekası ve âli menfaatleri çalışmalarımızın sebebidir.

5. Ticaretimizin örfi ahiliktir. Ahilik ilkeleri ilkelerimizdir.

Hepsinin öncüsü TÜSİAD’da iş önde görünmekle birlikte, ekonomi – kalkınma – demokrasi üçlüsüyle yine vatana – millete fayda işaret ediliyor. Dernek, “Çalışmaları ile rekabetçi piyasa ekonomisi, sürdürülebilir kalkınma ve katılımcı demokrasi anlayışının benimsendiği bir toplumsal düzenin oluşmasına katkı sağlamayı amaçlar” deniyor. (Vurgu kendilerine ait)

Prof. Ayşe Buğra’nın da 1994’de yayımlanan öncü çalışması Devlet ve İşadamları’nda belirttiği üzere, “Dernek faaliyetleri içinde, sınıf, çıkar, lobi gibi sözleri kullanmaktan hala özenle kaçınılıyor ve talepler hala milli çıkarlara atıfla dile getiriliyor.”

Bu kuru kuruya, sözde “devlet aşkı”ndan ibaret değil. Sermaye ve iş dünyası, her türü ve rengiyle burjuvazi, her daim devlete tutunduğu, oradan nemalandığı, açık – örtük her anlamıyla destek aldığı ve beklediği için devlete aşıktır, vurgundur, bağlıdır, bağımlıdır.

Canan Barlas vakti zamanında tüm bu hal ve sürecin kişisel - toplumsal deneyimiyle gayet yerinde bir adlandırma yapmış, Eğreti Burjuvalar’ı yazmıştı.

İKTİDAR TİCARETİ

Ne var ki, eğreti nitelemesi, asıl – gerçek burjuvaların varlığı kabulüne dayanıyor.

Oysa, yok öyle bir şey. Hiçbir zaman da olmadı!

Osmanlı’da Müslüman-Türk, “millet-i hakime” olduğundan, çalışmak ayıp, neredeyse yasaktı. Gayrı-müslimlere, reayaya; tebaya, avama mahsustu o. Devletli tabakanın işi, onları yönetmekti. En makbul iş, iktidar işi, en makbul ticaret iktidar ticaretiydi. Zahmetsiz, risksiz. Yüce, kutlu ve kutsal. Osmanlı’dan cumhuriyete, dünden bugüne böyle bu.

Şerif Mardin’den izleyelim:

Devletin ekonomiyle olan ilişkisi konusunda ortaya çıkan şey, devletin bir kontrol konumuna sahip olmasından çok, Osmanlı toplumunda, iktidar ile ilgilenmenin piyasa işlemlerinden daha merkezî olduğu yolundaki gizli olguydu. İktidar, zenginlikten daha değerli bir "meta'ydı ve iktidar "ticareti" Osmanlı sisteminin ayırt edici bir özelliğiydi. İktidarın bu üstünlüğüne koşut olarak, Batılı kapitalizmden farklı bir ekonomik ahlâk ve sembolizm de vardı. Devlet tarafından toplanan vergiler, bir kamu görevlisine, kendi makamının işlerliğini sağlamak için gerek duyduğu kaynakları sağlamak için kullanılacaktı: askerî ve sivil bir kadro ve siyasal makamın kaftan, zengin giysiler ve mücevherler gibi simgeleri. Dolayısıyla para, ekonomik olduğu kadar siyasal bir araçtı da. (Vurgular bana ait.)1

***

O halde sormak lazım: Burjuvanın beyazı ne kadar beyaz, yeşili ne kadar yeşil, siyahı ne kadar siyah? Yoksa hepsi bir arada mı?

Beyaz denenlerden başlayarak incelemeye devam edeceğiz.

1- Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü, 1980 (Türk Modernleşmesi içinde, s. 209 – 210. Ayrıca yine aynı kitapta bk: “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma”, İletişim Yayınları, 1991)

Tüm yazılarını göster