Türkiye bir “butik devlet” değildir. Böyle bir değerlendirmeye sık rastlar oldum 24 Haziran sonrası. “Aneliz” demeli belki, sosyal medya ağzıyla. Bunu efelenerek, böbürlenerek kullanıyor çoğunluk. Neden? Çünkü, nüfus 81 milyon. Neden? Çünkü, Osmanlı vesaire. Ama nüfusu Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilerden az Hırvatistan, 2018 Dünya Kupası finalinde. Bizim öz ve yerli milli takımımızın da oyuncularının büyük bölümü Almanya’nın devşirdikleri.
Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu ise Cumhuriyet Cumartesi Eki’nde yayımlanan “Türk kimliği” yazılarının ikincisinin sonunu şöyle bağlamıştı: “Ama Türk maalesef bu değildi. Bu olmadığımız gerçeği kimse tarafından seslendirilmese de ve aslında seslendirilmediği için, narsistik, öfkeli ve kafası karışık bir toplum doğurdu. Yaptığını iddia ettiği şeyleri yapmamış olan, yapabileceğini iddia ettiği şeyleri yapamayacak olma gerçeğiyle boş boş büyüklenen, hırçın ve kendine durmadan yalan söyleyen bir milletçik...”
Yaklaşık iki yüzyıllık demokratikleşme denemelerini çöpe atan bir “milletçik” de diyebiliriz belki. Belki 23 Ocak 1913 Babıali Baskını’yla açılan bir uzunca yüzyıl, 24 Haziran 2018 seçimleriyle kapanmış oldu. Belki cumhuriyet devrimi, hem devrimler çağının bir uzantısı olmakla, hem gerçekten de Balkanlar ve Kafkaslar’dan nüfus ithal etmekle mümkün olabilmişti. “İmparatorluk” dediğimizin gücü son demlerinde diğer yeni yetme Balkan devletçiklerine ancak denkti, onlardan üstün değildi. Acı tercihler, zoraki fedakarlıklarla bu üzerinde yaşadığımız toprak parçası elde kalabildi.
Buna karşılık Hırvatistan gibi “butik” bir ülkemiz olamadı. Olaydı, bizim de Dünya Kupası’nda finale kalan bir takımımız, su topunda dünya şampiyonluğumuz, şampiyon kayakçılarımız, tenisçilerimiz, basketbolcularımız olur muydu? Hayır, biz büyümeyi değil büyüklenmeyi seçtik. Tarihimizle, günahlarımızla yüzleşemedik. Şark kurnazlığını, akla yeğledik.
Bakınız, ekonomimizin güncel durumunu Chatham House Türkiye Uzmanı Fadi Hakura nasıl açıklıyor: “Erdoğan, orta sınıf Audi tarzındaki Türkiye ekonomisinden, üst düzey Ferrari büyüme oranları elde etmek için yakıta takviye yapıyor. Her otomobil tamircisinin bildiği gibi, bu taktikler uzun vadede sürdürülebilir değildir. Eninde sonunda, motor yanacaktır.” Taktik teriminin de altını çizelim. Taktik, strateji değil. Oyun düzeni yok, çalım var.
Oysa küçük Hırvatistan’ın, büyük takımına bakın. Bir kısacık turnuvada isimlerini bize ezberlettiler: Modriç, Rakitiç, Perisiç, Rebiç, Mandzukiç. Modriç’in dedesini Sırplar iç savaşta öldürmüş, evini yakmış. Bu çelimsiz çocuk Zadar’da sığındıkları otelin koridorlarında, otoparkında top oynarken zor da olsa bir şans yakalamış. Bugün, milli takımın teknik direktörünü bile onun seçtiği söyleniyor. Onu bilmem ama sahada takımına nasıl komuta ettiğini görmek için futboldan anlamaya gerek yok.
NATO Savunma Bakanları toplantılarında Türkiye’yi temsilen bakanın yanına mutlaka Genelkurmay Başkanı da otururdu. Şimdi ne oldu? Askeri vesayeti bitirdik. Nasıl? Genelkurmay Başkanı’nı emekli edip, Milli Savunma Bakanı yaptık. 1990’ların ilk yarısında, İkinci Başkanlık makamı ihdas edilmişti. Böylece müsteşarlarla İkinci Başkan muhatap oluyor, Genelkurmay Başkanı ise terazide devletin başının karşı kefesinde oturuyordu. Güncel taktikle Genelkurmay Başkanları’na yeni bir yükselme durağı açıldı. Böylece kağıt üzerinde Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı’na sözde yumuşak geçişle bağlanmış oldu. Ne güzel ilerleme! Adeta bir dönemin Türk adımlı balesi gibi.
Ricat, bizim kadim askeri lügatimizde küfürdür neredeyse. Buna karşılık, Mustafa Kemal’in dehası Suriye sınırını bugün bulunduğu yere çekmekteydi tek hamlede. Diplomatik dehası da Hatay meselesinin siyasi çözümüyle kanıtlandı. Şimdi yeniden ileri çıktık. Afrin, Bab, Idlip. Toplam on bir bin kilometrekare. Hoşnutuz. Halep hayali canlandı. Musul/Kerkük, Batum, Selanik/Batı Trakya, Kıbrıs sırada mı bilmem. Niyet neydi, akıbet ne oldu bak. Bak şimdi...
Adı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olan ama Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendine “Başkan” diye hitap edilmesini istediği bu görünürde sarayı sağlama alan düzenin teknik açığı çok. Kişisel güvene dayalı her sistemde olduğu gibi. Sadakatinden ötürü madalya ile ödüllendirilen son başbakan, TBMM’ye de başkan seçtirildi. Keza, sadık Genelkurmay Başkanı, bakanlığa terfi ettirildi. Ancak kapalı devre çalışan bu tür düzenlerde sadakat doğası gereği kaypaktır. Nasıl Erdoğan’ın kendine göre diktiği başkanlık giysisi, ondan sonra kimsenin üzerine oturmayacaksa, sadakatler de sonsuza dek süremez. Dolayısıyla, denge, denetleme, katılımcılık olmayan sandık demokrasisinin ömrü bile maalesef belirsiz.
Böyle olmayabilirdi. Biz de Hırvatistan gibi finalde olabilirdik. Biz de potansiyelimizi akılcı bir biçimde değerlendirebilirdik. Durumu olduğunca anlamalıyız. Görülebilir gelecekte bu karanlıktan çıkıp çıkamayacağımızı bilemiyoruz. Her çöküş, onu izleyen otomatik bir yeniden doğuş değil. Muhalefet teknik bir iş. O tekniği geliştirip, sebat ederek uzun erimde uygulayabilmeliyiz. Bunun yolu, konuşmaktan değil teşkilatlanmaktan geçiyor. Temel ilkeler üzerinde uzlaşmış bir teşkilatlanmadan söz ediyorum. Bunun sağı, solu olduğunu da sanmıyorum. Şimdilik yaptığımız, görebildiğim kadarıyla, hayıflanmaktan ibaret. “Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesi, bana başarı esini veren bir mottoya pek benzemiyor.