On beş gündür Diyarbakır’daydım. Ankara dönüşü kapıyı anahtarımla açıp eve girdiğimde, antrede Milas usulü çaprazlanmış küçük halı karşıladı beni. Şaşırmadım. Ne zaman evden uzağa gitsem bilhassa koridor ve antredeki iki halı, kendisinin Milaslı anneannesinin bir vakitler yaptığı gibi (sanırım) çaprazlama seriliyor. Evi düzelttim izlenimi vermek üzere yapılmış bir hamle. Yaw çapraz yolluk sermek mi kaldı vicdansız? Neyse ki bu hiç değilse bir yaşam belirtisiydi.
Asıl olayımız salonda. Aylarca ama aylarca Ankara ikliminde yaşasın diye diller döktüğüm, yapraklarını sevip okşayarak hayatta tuttuğum, çiçeklerini koklamaya kıyamadığım II. Melisa, hepi topu zaten üç adet olan dallarıylan olduğu gibi yere serilmişti. Dallar kendini salonun parkesine doğru bırakmış. Muhtemelen indiği bu zeminde umutsuzca su aramış yavrucuğum... Saksı üstüne saksı değiştirerek azmanlaştırdığım kızılımsı eflatun yapraklı çay çiçeğinin ise gürül gürül yaprakları bayağı seyrelmiş. Düşen yapraklar da niyeyse saksının etrafına saygıyla ve özenle dizilmiş. Sanırım “Zayiat sandığın kadar çok değil” demeye çalışılmış. Orkideler neyse ki, bir sudan geçirmeyle canlanacak gibi.
Ben eve dönmeden önce, o da ani bir kararla tatilin son iki gününü birlikte geçirmek üzere Kuşadası’ndaki ailesinin yanına gitmiş. Yola çıkmadan evvel bana çiçeklerin fotoğraflarını da çekip göndermişti zaten. Sanırım bu içler acısı durumu aniden görüp şok yaşamama mani olmak istedi. İyiye yoralım, ne yapacaksın... Feveran etmiştim haliylen telefonda, “Çiçek katili, iki yudum su veremedin mi?” diye. Cevap şu. Yeminle. Şahitlerim var. “Hayatım, vallahi salona hiç yolum düşmediği için tamamen unutmuşum.” “Salona yolun hiç düşmedi?” Kesif bir sessizlik yanıtlıyor sorumu. Böyle bir “insanlık” olayı tahayyül edebiliyor musunuz? On beş gün boyunca insanın kendi evinin salonuna yolunun düşmemesi ne demek? “Hangi dolaylarda yaşadın peki” dedim, “Mutfağa girip çıktım arada, geri kalan zamanda da da çalışma odasındaydım.” Kesinlikle bir plaket almayı hak ediyor. Öyle ya, ev dediğin öyle malikane filan değil, yani salona yolunu düşürmeden on beş gün geçirmek için bayağı bir babayiğit olmak lazım... Allahtan çoluğumuz çocuğumuz yok. Açlıktan filan ölürdü de bizimki “Çocuk odasına yolum hiç düşmedi” diye savunabilirdi kendisini.
Erkek kısmına kedi, çocuk ve çiçek emanet edemeyecek miyiz sayın seyirciler? Tamam çocuk ve kedi zaten yok bizde. Emanet etmiyoruz haliylen. Beş tane çiçek ya! On beş gün önce boşalttığım bulaşık makinası ve sepete saplı limonlar da olduğu gibi duruyor. Makina hiç kullanılmamış. Mutfağa da yol fazla düşürülmemiş anlaşılan. Allahtan yani. Ortada bulaşık da yok. Civarımızdaki ev yemekleri yapan aile restoranları bize çalışmış yine.
Çalışma odasının altının üstüne geldiğini bütün kitapların sergi salonu gibi yayıldığını görmesem, “Bence sen eve de pek uğramamışsın” derim ama uğramış, hatta bayram tatilinin son iki gününe kadar evden de hiç çıkmamış. İşin kötüsü de bu. Benim gibi evin her köşesiylen ayrı ayrı ilgilenen bir insanın, böyle hem evcimen olup hem de eve bu denli minimalist bir köşeden takılan bir eşi olsun. Pes vallahi. Hayat dengeyi, böyle böyle kuruyorsa demek. Zaten evin her köşesi ile ilgilenmeye kalksa kesin av tüfeğiyle filan vururdum onu ben. Çalışma odasıyla ilgileniyor ve sonuç ortada. Kitaplar, onca ayraç masanın üzerinde dururken, okunup kaldıkları yer belli olsun diye, ortasından cart diye ayrılarak üst üste yatırılmış. Kanepeye, halıya, masaya yayılmış. Resmen acı çekiyor bu kitaplar, hallerini görünce ağlayasım geldi.
Bunlar Cumartesi gününden enstantaneler. Pazar akşam üzeri evi toplarken cep telefonum çalıyor. Açıp daha selam sabah etmeden, “Alma hayatım” diyorum. “Ne, almayayım mı?” Birkaç saniyelik sessizlikten sonra “Nasıl anladın ya?” diyor. Bir saat kadar önce yoldan konuşmuştuk. Afyon’a az kaldığını söylemişti. Haliyle Afyon’a vardığını ve “Afyon sucuğu alayım mı diye” aradığını, telefonun çalmasından anlamıştım. “Ne akıllı kadınsın sen ya” dedi sağ olsun. Takdir etti. “Akıllıyım evet, bir av tüfeği almayı düşünüyorum” dedim ama buradaki imayı kaçırdı sanırım. Genel bir espri zannederek güldü. “Burada sucuk ve peynir var sadece, av tüfeği yok” dedi. “Alma, ben Diyarbakır’dan kasap sucuğu ile örgü peynir getirdim” dedim.
Böyle bir hayat. Hayat hep böyle olsa. Bu kadar olsa keşke. Ben çapraz halıya, dağınık çalışma odasına, kurumuş çiçeklere üzülsem. Bütün dert bu olsa...
Gerçekten ne büyük dertler var. Hiçbirimiz de dertten muaf değiliz. İçimizde taşıdığımız nice sıkıntıyı yüzümüzdeki gülümsemeyle örtüp yola devam ediyoruz... Ama yine de bir yaz yazısı hafifliğinde olsun diye başladığım böyle bir yazı bile ayıpmış gibi geliyor bana. Ne evi, ne melisa çiçeği...
Diyarbakır Ankara uçağında yanıma biri kırklarında diğeri ise çok genç iki kadın oturdu. Kırklarında olan böyle tuhaf bir metanet hâlini elbise gibi giyinmiş üzerine. Siyah mantolu, siyah başörtülü. Baştan aşağı siyah olunca çarşaf giyindiğini zannediyorsun. Yanındaki genç kadın 23 ya da 24 yaşında ya var ya yok. Blucinli ve beyaz tişörtlü. Önce anne kız, sonra kayınvalide gelin sanıyorum. Diyarbakır Ankara uçuşu sona ererken gelin görümce oldukları anlaşılıyor.
Kadınların genç olanı çok hüzünlü, kemerini bağlayınca hemen çantasını açıyor ve dörde katlı, el yazısıyla yazılmış iki A4 yaprağı halindeki mektubu içinden çıkarıyor. “Güzel karıcığım” diye başlayan hitap ilişiyor gözüme. Bir an romantik buluyorum bunu. Bir adam karısına hem de el yazısıyla arkalı önlü dört sayfa mektup yazsın... Yurtdışında çalışıyor olabilir diye düşünüyorum önce ama oralarda da kimse artık mektup yazmıyor pek. Facetime var, Skype var, Whatsapp var. Var ki var. Asker herhalde, diyorum. Yanı başına hüzünlü bir hikaye gelmişse dikkat etmek zorundasın diyen içgüdüsel bir hareketle, mektupta gözümü aşağı doğru kaydırıyorum. “Bu günler tez zamanda geçecek, ne olur umudunu kaybetme. Ben çok inanıyorum” gibi bir cümle takılıyor gözüme. Gözümü mahcubiyetle kaçırıyorum hemen ve elimdeki kitaba dönüyorum. Barış Bıçakçı’nın son romanı. Tarihi Kırıntılar.
Sonra işte yaşça büyük olan kadın fındık uzatıyor. Bir iki tane alıyorum ve sohbet başlatıyorum. Genç olana “Diyarbakırlı mısınız?” diye soruyorum. “Hayır İstanbul’dan geldik bu sabah erkenden, şimdi de Ankara aktarmalı dönüyoruz. Uçuş saatine bakılırsa, sadece dört beş saat geçirmişler Diyarbakır’da. “Gezebildiniz mi biraz?” diye soruyorum ama bilmece çoktan çözüldü kafamda. “Eşim Diyarbakır’da” diyor. Çok üzgün, çok kırgın bir sesle. Evirip çevirmeden “Tutuklu mu?” diyorum. Evet diyor. “Çok uzağa vermişler” diyorum... Birkaç cümle daha konuşuyoruz. Kapalı görüşe gelemiyormuş ama ayda bir açık görüşe geliyormuş. Ayda bir kez sabahın çok erken bir saatindeki bir uçuşla gelip, cezaevine gidiyor ve görüş sonrasında da hemen İstanbul’a dönüyormuş... Eşinin kim olduğunu, ne olduğunu bilmiyorum ama içim çok derinden sızlıyor. Uzun uzun mektup yazan, “Güzel karıcığım” diye seslenen ve o uzak yalnızlığından, “Bu günler geçecek” diye umut gönderen bir adam nihayetinde...
Aynı rota üzerinden neredeyse her hafta sevgili Başak Demirtaş’ın da Edirne’ye uçtuğunu düşünüyorum.
Geçen bir İstanbul seyahatinde de Ankara’da yaşayan kızını görmek için Beylikdüzü’nden Ankara’ya gelmiş ve dönmekte olan orta yaşlı bir kadın oturmuştu yanıma. Arkadaki engelli koltuğunda da “Abi” diye hitap ettiği yaşlıca bir yakını vardı. Bu kadınla da biraz sohbet etmiştim. Apaçık anlatıvermişti. Kızını ziyarete gitmiş. Kendisi dul ve dört çocukluymuş. Arka tarafta oturan ablasının kocasıymış. Eniştesi onu Bostancı’ya götürüyormuş şimdi. Bostancı’dan kendisi karşıya geçecekmiş. Enişte bir iki saat sonra aynı istasyondan trene binerek Ankara’ya dönecekmiş. Anlamadığımı fark edince, “Engelliler trene ücretsiz biniyor. Ağır engellilerin yanında bir kişi de refakatçi olabiliyor” dedi. “Ben de para vermiyorum. Beni yanında götürüp dönüyor. İmkanımız olmayınca...”
Beylikdüzü’nde oturduğunu söyleyince, İmamoğlu’nu soruyorum. “Ben tanımam” diyor. Bu “Tanımam” sözündeki tınıdan, kadının AKP seçmeni olduğunu düşünüyorum. Başka konulardan birkaç cümle daha ediyoruz. Yol bitiyor. Onlar Bostancı’da iniyor. Görmesem inanmakta güçlük çekeceğim bir imkansızlık. Tekerlekli sandalyede ağır engelli ve yaşlıca bir adam, gidiş dönüş toplam sekiz saatlik bir yol tepiyor. Hem de ne için, kızını ziyaretten dönen dul baldızını ücretsiz İstanbul’a götürebilmek için. Tren biletinden söz ediyorum...
İmkan işte olmayınca... Olmuyor.