Bütün dünyanın ev işçileri, birleşin!

Bir gün sonra köpeğin mama tabağından çıkan yüzüğün kaybolmasından sorumlu tutulan, gittikleri evlerdeki yaşam standartlarıyla kendi kısıtlı yaşam alanları arasındaki büyük uçurumu sorgulayan, bu süreçte kendilerinde de bir içsel dönüşüm yaşayan, cam silerken düşüp ölen arkadaşlarının korkusunu her an enselerinde hisseden, iş tanımının muğlaklığı yüzünden eve gece yarısı dönmek zorunda kalan emekçiler...

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Sosyal medya üzerinden ev işçilerine öğle yemeği hakkı konusunda süregiden tartışma, tüm bu yoğun gündem arasında yine de güncelliğini koruyor.

Rukiye Şimşek

Bu son yaşanan tartışma, 2013 yılında Bostancı’da çalıştığı evin camından düşerek yaşamını yitiren Rukiye Şimşek için açılan davadan ve bir yıl sonra, Kurtköy’de temizliğe gitmek üzere otobüs durağında bekleyen ev işçilerinden üçünün hızını alamayan bir aracın altında kalıp ölmesi üzerine, ev işçilerinin hakları konusunda toplumsal bir “uyanış” doğuran en büyük üçüncü beyin fırtınası sayılabilir.

Bir sosyal medya kullanıcısının, aile bütçesine katkı sağlamak isteyen annesinin günlük 250 lira yevmiye alarak haftada iki gün temizliğe gittiği evde kendisine öğle yemeği verilmediğini, ama evden çalışan ev sahibinin lüks restoranlardan eve yemek siparişi verebildiğini söylemesiyle olay başladı aslında...

Sosyal medya kullanıcısı, zaten emekli olduktan sonra temizlik yapmak zorunda kalan annesine bu yapılanı “modern zamanda şiddet, kibarca ve güler yüzle uygulanıyor” olarak tanımlıyor ve ekliyor: “Ama bu yetmiyor. Yaşamın her ayrıntısında biz ötekilerin "yerini bilmesi", daha fazlasını istememesi, "haline şükretmesi" gerekiyor.”

Haline şükretmesi gereken ev işçisine görünmez bir insan muamelesi yapılıyor. Empati eksikliği ise, farklı toplumsal sınıfların birbirleriyle sosyal ilişki kurmama inadının sürdürülmesi sonucunu doğuruyor.

Ev içi emeğin görünür kılınması ve ev işçilerinin haklarının verilmesi açısından Türkiye’de feminist hareket içerisinde mesleki ve hukuki olarak son yıllarda önemli adımlar atılmışken aslında sahada halen çok büyük bir ilerleme kaydedilemediği, bu tekil olay üzerinden aktarılan benzer vakalarda ve ev işçilerinin haklarına dair söylemlerde net bir şekilde görülmüş oldu.

Bu tartışmanın bir süre sonra unutuluşa terk edilmemesi ise bizim elimizde. Yoksa “kadınım geldi”, “yardımcım evde”, “temizlikçiye plastik tabakla ve ayrı çatalla yemek koyarım” söyleminden veya ev işçilerine hangi hakları verip hangilerini esirgeyebileceğimize dair samimi dertleşmelerden öteye bir arpa boyu yol alamayız.

Kırılgan bir toplumsal grubun bugünü ve geleceği için acil bir çıkış yolu bulunması gerekiyor.

Peki bu tartışma bize neler öğretti?

Aslında kendimize yapılmasını istemediğimizi birçok durumda ev işçisine yaptığımızın ayrımına vardık.

Oysa pandemi döneminde, çoğumuz evden çalışma deneyimini ilk kez edinirken, bu çalışma biçiminin kadınlar açısından getirdiği yararlar ve zararlar gözler önüne serilmişken, aslında ev işçilerinin haklarıyla daha fazla empati yapmamız gereken bir süreçten geçmiştik.

Öte yandan, bazı meslek grubundan kişiler, bir süredir artan düzeyde yaşadıkları hak kayıplarını, ev işçilerinin aldıkları sigortasız, güvencesiz yevmiyenin miktarı ile kıyaslayarak ev işçilerinin emeğini küçümseyerek kendilerini daha önemli kılma derdinde...

16 Haziran Dünya Ev İşçileri Günü... Ama Türkiye’de 10 ev işçisinden 8’i kayıt dışı.

Kısa süre önce, Uluslararası Çalışma Örgütü (İLO) temsilcileri TBMM’ye ev işçilerinin insani koşullarda çalışmasının sağlanmasına yönelik 12 maddelik bir öneri paketi sundu.

Öneriler arasında şunlar dikkat çekiyor: Toplu pazarlık ve toplu sözleşme hakkı; iş tanımlarını belirleyen yazılı sözleşme yapılması, kayıtlı istihdama geçiş için önlemler alınması, işçilerin haklarını bilmesi, asgari ücret sağlanması ve mesai saatleri dışında ulaşılamama hakkı... Çünkü ev işçileri de birer “çalışan” ve onların da hakları varken işverenlerin de onlara karşı sorumlulukları söz konusu.

“Külkedisi değil ev işçisiyiz” diyerek yola çıkan İmece Ev İşçileri Sendikası’nın büyük mücadeleler sonucunda 2013 yılında kurulması ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından tanınması ise, bu açıdan önemli bir girişimdi. Esenyurt’ta Kadınlar Kahvesi olarak kurulduğundan beri süregiden mücadelesiyle, resmi kuruluşu çok daha öncesine dayanan İmece, fiili olarak 21 yıldır ev içi emeğin görünürlüğü için mücadele yürütüyor.

E-devlet üzerinden sendikaya üyelik mümkün. Resmi ve resmi olmayan sayılarla 300’e yakın üyesi var.

Aynı zamanda Uluslararası Dünya Ev İşçileri Federasyonu üyesi olan bu sendika, Avrupa’nın ilk resmi ev işçileri sendikası oldu.

Öte yandan, 2006’da Emel Çelebi tarafından çekilen ve Antalya Altın Portakal’da ve Seul Kadın Filmleri Festivali’nde birincilik ödülü alan Gündelikçi filmini de izlemenizi öneririm.

Bir gün sonra köpeğin mama tabağından çıkan yüzüğün kaybolmasından sorumlu tutulan, gittikleri evlerdeki yaşam standartlarıyla kendi kısıtlı yaşam alanları arasındaki büyük uçurumu sorgulayan, bu süreçte kendilerinde de bir içsel dönüşüm yaşayan, cam silerken düşüp ölen arkadaşlarının korkusunu her an enselerinde hisseden, iş tanımının muğlaklığı yüzünden eve gece yarısı dönmek zorunda kalan emekçiler...

Özellikle bu filmden sonra terminoloji düzeyinde de bir farkındalık doğuyor ve ev işçilerine artık gündelikçi veya temizlikçi denmemesi gerektiği görülmeye başlıyor. Ne de olsa bir şeyi tanımlarken kullandığımız sözcüklerin ahlaki normlarımızı yansıttığını bir süredir siyasi düzeyden toplumsal düzeye her katmanda doğrudan deneyimliyoruz.

Gurur Yarası - Belgesel

Benzer şekilde, yönetmen Sinem Atakul’un, Dostoyevski’nin ortaya attığı bir kavramdan yola çıkarak Gurur Yarası olarak isimlendirdiği belgesel de bu anlamda oldukça çarpıcı. Ev işçisi eşinin pencereden düşüp ölmesinden sonra kendisine ev sahiplerinin baş sağlığı bile dilememesinin gururuna dokunması ve “bu yüzden dava açtım” demesi, belgeselin ismini şekillendiren bir anlatı olmuş.

Ev işçisi kadınların mücadelesini konu alan belgeselde, ev içi emeğin yasalar ve toplum düzeyinde görünür kılınması konusunda örgütlenmenin kadınların bireysel öykülerini nasıl dönüştürdüğü, “her şey masal gibiydi, bunları yapan ben miydim?” sözü eşliğinde anlatılıyor. Temizlik kovasının veya bulaşık makinesinin içinden çekilmiş gerçekçi sahneler eşliğinde eşyanın insanla olan hakimiyet ilişkisi sorgulanıyor.

Yani emek sömürüsüne karşı gurur yarası taşıyan kişilerin hukuk üzerinden, Güney Afrika’ya dek uzanan bir kadın hareketi bağlamında haklarını arama hikayeleri işleniyor.

Dijital çağa uygun olarak, internet üzerinden kurulan sitelerden de ev işçilerinin emeklerini günlük veya saatlik olarak kiralamak mümkün olsa da, burada da emekleri üzerinden nereye, nasıl bir eve gönderildikleri dahi bilinmeyen bu kadınlar, farklı bir belirsizliğe doğru yelken açıyor. Kent yoksulluğuna kayıt dışı çalışan kadın yoksulluğu da farklı formlarda eklemleniyor.

Çoğu sigortasız çalışan, aylık olarak gittikleri yerlerde ise sadece maaş verilen –o da büyük pazarlıklar ve uzun iş saatleri sonucunda- ve çoğu hakları- yemek verilmemesi veya çay ikram edilmemesi- görmezden gelinen ev işçilerinin sorunları, üstenci yaklaşım sonucunda çözümlenemiyor.

Ev işi iş midir değil midir, eğer iş ise bu işkolunda örgütlenmek olanaklı mıdır? Aynı anda bebek bakımı, temizlik, yemek gibi çoklu sorumluluklar üstlenilmesi, insanca yaşam standartlarıyla ne oranda örtüşüyor? Bunlar sorgulanmaya başlandı.

ILO’nun, “ev işçileri için insana yakışır iş” sözleşmesi olarak bilinen ve Uruguay’dan Filipinler’e birçok ülkenin 10 yıl önce yürürlüğe koyduğu C-189’un imzalanması ise, uzun zamandır talep ediliyor. Türkiye’de yaklaşık 1 milyon 200 bini aşkın hane ev işçisinden hizmet talep ederken, ev işçileri iş yasası kapsamına alınmak istiyor.

Türkiye’de sayıları bir ila iki milyon arasında olduğu tahmin edilen ve yüzde 90’ının kadınlardan oluştuğu ev işçileri, 4857 sayılı İş Kanunu veya İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası kapsamına dahil edilmezken, sadece Borçlar Kanunu içerisinde yer alıyorlar.

Öte yandan, daha önceki yasal çerçeveye göre 1 gün dahi çalışsa sigortalı kabul edilmesi gereken ev işçilerine, 6552 sayılı torba yasada yer alan 01.04.2015 tarihinde yürürlüğe giren düzenlemeler sonucunda, 10 günden az çalışan ev işçisi 10 günden fazla çalışan ev işçisi ayrımı getirildi. Bu yüzden de ev işçileri emekli olamıyor.

Pandemi gibi kırılganlıkları daha da derinleştiren olağanüstü dönemlerde belediyelerin yardım paketlerinden veya devletin kısa çalışma ödeneğinden yararlanamıyorlar.

Yeni yeni örgütlenen ev işçileri, yok sayılma ve sömürü mekanizmasının orta yerinde köleliğe benzer koşullarda çalıştıkları durumlardan yola çıkarak artık toplumsal olarak güçlenmek istiyorlar.

Çalıştıkları evlerde cam silerken, ağır eşya kaldırırken veya zararlı kimyasallarla tuvalet ovarken, koah, kanser, fıtık, menüsküs ve türlü meslek hastalığı karşısında can güvenliklerinin ve sağlıklarının korunma altına alınmasını, mobbinge veya tacize uğradıklarında kendilerini yasalar karşısında koruyabilmeyi istiyorlar.

Bu konuda, değerli antropolog Aksu Bora, Kadınların Sınıfı: Ücretli Ev Emeği ve Kadın Öznelliğinin İnşası adlı değerli kitabında gündelikçilerin yaşadıkları sınıfsal farklılıkları ve kadınlık kavramını sorgulamıştı.

Aksu Bora’ya göre, ev işçilerinin yaptıkları iş, çoğunlukla işveren tarafından kaba ve anlamsız olarak görülüyor.

Bu açıdan, eski nesil ev işçisinin yaptığı işi görünmez kabul edip temizlikçiyle abla-kardeş ilişkisi kuruyor, böylelikle güya toplumsal cinsiyet temelinde yaratılan “yapay bir doğallık” ile ev işçilerinin emekleri görünmez kılınıyor.

Dolayısıyla, “kadın”, “yardımcı”, “abla” gibi terminolojilerle çerçevelenen maternal ilişki, emeği duygusal olarak sömürmeye, içini adeta fare gibi kemirmeye başlıyor. “Sen bu evin ablasısın” diyerek sözüm ona bizden saydığımız ev işçilerinin emeği ev-içi bir yardıma dönüştürülüyor, görünmez kılınıyor.

Oysa ikinci dalga feminizmin o çok sevdiğim sloganını anımsarsak, kişisel olan politiktir.

Ve tıpkı Hegel’in efendi-köle diyalektiğinde olduğu gibi, güç eşitsizliği olan her ilişki son kertede “efendi-köle” ilişkisine dönüşürken bu ilişkide hem köle hem de efendi tutsaktır. Çünkü efendi, köleye dayattığı gücün tutsağı halini alır, bir süre sonra güçlü görünebilmek için taktığı maskeyle bütünleşerek kendi özgürlüğünü yitirir, çünkü kendi benliğini kaybeder. Efendinin efendi olma nedeni, kölenin varlığıdır ve iki taraf da birbirinden tanınmayı isterken aslında iki bilincin bir mücadelesi doğar. Kölenin özgürleşmesi ise, efendiyi yeni köle arayışlarına sürükler.

Bir diğer açıdan bakıldığında ise, televizyonda en çok izlenen dizilerde dedikoducu, laf taşıyan, kapı dinleyen, hırsızlık yapan ev işçileri tasvirleri ile ayrımcı bir dil ve basmakalıp görüntülerin yeniden üretilmesi de bu diyalektiği besleyen bir durumdur.

Ama gelin görün ki pandeminin başlarında, gerek toplu taşıma ile geldikleri için hastalık taşırlar endişesi, gerekse masrafları kesme niyetiyle işten çıkarılan da ilk kez onlar oluyor. Bu dönemde ücretli ev iznine gönderilenlerin sayısı ise oldukça azdı.

Ev işçilerinin kendi hanelerinde sıcak yemek pişip pişmemesi, işverenlerinin iki dudağının arasına hapsolmuş bir bilinmeyendi. Hatta eğer göçmense, izin günlerinde evden çıkarılmadı, çıkmak istediklerinde darp edildiler; pasaportları kaçarlar şüphesiyle ellerinden alındı. Maaş verilmesi, bir ev işçisinin tüm haklarının satın alınması olarak görüldü.

Genç nesil ise, gündelikçileriyle temas etmekten kaçınıyor, sanki evde öyle biri hiç yokmuş da görünmez bir el, temizliği yapıp, parasını alıp, işveren eve gelmeden ortalıktan yok oluyormuş gibi algılanıyor. Yani birçok açıdan kadının kadını ezdiği bir sahte kızkardeşlik efsanesi de söz konusu.

Kendisinden “alt” bir sosyal sınıfla ilişki kurmak, birçok beyaz yakalı açısından sınıfsal bir anlama bürünüyor. Aksu Bora’ya göre, temassızlık da ev işçisi üzerinde “egemenlik tertiplemek” anlamına geliyor.

Halbuki o “üst sınıftan birey” “alt sınıftan birisiyle” toplumsal bir ilişki kurabilse, “temas” edebilse, içinde yaşadığı ülkenin bilmediği bir kesimini anlayabilmiş ve kendisi için bilgi üretebilmiş oluyor.

Yani birçok açıdan ev işçisiyle “evin hanımı”, kadınlık rollerini paylaşmış oluyorlar ve bu da ortaya konan emeği profesyonel alandan ayırıyor.

Hayatın her alanında sömürüsüz bir dünya hayalimizin peşinden koşarken, bu sömürüye özne olan kadınların da gerçeklerine gözlerimizi kapatmamak, bu ev içi emek süreçlerindeki sömürüyü bilerek veya bilmeden kendi ilişkiler ağımızda da üretmemek için bir özeleştiriye gitmemiz gerekiyor.

Aslında her şey, ev işçilerinin yıllardır sürdürdüğü bu mücadeleyi “garibanlık” çerçevesinden görmek yerine, emekçi sınıfın hak mücadelesi şeklinde algılamakla başlayacak.

Ve ev işçilerine zararlı kimyasallarla temastan ağır eşya taşımaya, güvenceli çalışma koşullarından asgari ve üzeri ücrete dek insanca yaşam koşullarını sağlamakla, “300 lira çok yüksek, 280’e anlaşalım mı?” cümlesinin ardında emek mücadelesi konusundaki duruşumuzu sorgulamakla devam edecek bu uygarlaşma süreci...

Tüm yazılarını göster