Bütün yollar çıksa da Roma’ya, biz gidiyoruz Urfa’ya
Bir il düşünün ki tarihinde Âdem ile Havva’nın ilk ayak bastığı, birçok peygamberin bağrından çıktığı, birçok peygamberin de yolunun düştüğü bir yer olsun... Ama bir peygamberin mancınıkla ateşe gönderildiği yer de aynı yer olsun. Dünyanın ilk üniversitesi ile bilinen en eski heykeli burada bulunsun... Sular altında kalan Halfeti’siyle turist akınına uğrasın... Yetmesin, Göbeklitepe’siyle yüzlerce yıllık tarihi değiştirsin...
“Âdem’le Havva, cennetten kovulduktan sonra, ilk kez Harran Ovası’nda toprağa ayak basmışlardır. Ova o zamanlar diz boyu otları, renkli güzel kokulu çiçekleri, kuş cıvıltılarıyla cennetten bir köşe gibidir. Âdem’le Havva bir süre bu güzelliği doyasıya izlerler. Bunca güzellik içinde bir tek ağacın bile olmayışı dikkatlerini çeker. Âdem, cennetten gelirken yanına aldığı bir nar, bir de ak gül dalını ovanın ortasına diker. Bunlar akşama değin bir adam boyu büyür; ertesi gün biri ak, öbürü al çiçeklerle bezenir. Bir süre sonra karınları acıkır. Âdem, “Ak gülü, narı bunca hızlı büyüten toprak, bana yiyeceğimi de verir.” Diyerek, toprağı ekmeye karar verir. Ancak ne ekeceğini düşünüp dururken Havva avucunu açar, içinde cennetten getirdiği bir buğday tanesi vardır. Sevinçle işe koyulurlar. Âdem akgül ağacının dalından saban yapar, boyunduruğa koşup toprağı sürmeye başlar. Ama bu o denli güç bir iştir ki bir süre sonra yorgunluktan kımıldayamaz hâle gelir. Havva yardıma koşar, kısa zamanda o da belini doğrultamaz olur. O yıl, az ürün alırlar.
Bir yıl, iki yıl derken dermanları tükenir. Bir gün öğle sıcağında yine toprakla uğraşırken ansızın yanlarında bir sarı öküz belirir, boynunu boyunduruğa doğru uzatır. Âdem, bu yorucu işten kurtulduğuna o denli sevinir ki sarılıp öküzü gözlerinden öper. Ondan sonra her saban koştuğunda bu minnet öpücüğünü yineler.”
Bu efsaneye göre Harran Ovası, ilk insanın ayak bastığı, toprağın ilk kez sabanla sürüldüğü, öküzün çifte koşulduğu yer olarak kutsal görülüyor. Cennetten getirildikleri için buğday, akgül, nar da kutsal kabul ediliyor. Âdem’den kalma bir gelenek olarak da günümüzde çiftçilerin öküzleri gözlerinden öpmeye devam ettikleri söyleniyor, bilmem doğru mu?
COŞKUN PINARLAR ŞEHRİ
Tarihi boyunca din, kültür ve medeniyetlerin buluştuğu bir çekim merkezi olan Urfa’nın tarih sahnesine ilk çıkışındaki adının “Kallirua” yani “Coşkun Pınarlar Şehri” olduğu belirtiliyor. Süryaniler “Urhay”, Araplar “Ruha”, Kürtler “Rıha” demişler ama sonunda olmuş adı “Urfa”. Yazımızın girişinde bahsettiğimiz Âdem ile Havva dışında birçok peygamberi bağrından çıkardığı, yine birçok peygamberin uğrak yeri olduğu için de dinler tarihinde önemli yeri var. İbrahim, bu topraklarda doğmuş, İsa bu şehri kutsamış ve bu yüzden şehir, “İnançlar Diyarı” ve “Peygamberler Diyarı” olarak anıla gelmiş.
ATEŞ SUYA, ODUNLAR BALIĞA
Özellikle İbrahim ve Eyyub peygamberle özdeşleşmiş şehir. Özdeşleşmiş özdeşleşmesine de koskoca peygamberi mancınıkla ateşe atmak ne? Kesin olayı biliyorsunuzdur ama bilmeyenler için özet geçeyim: Urfa’da zalimliğiyle hüküm süren Nemrut, İbrahim’i ateşte yakmak için altı ay boyunca deve, at, eşekle durmadan odun toplatır. Hatta halkın ateş yakmasını da yasaklar ki odunlar ziyan olmasın. Kendisi abartılı bir abimizmiş yani. Gerçi ateş yakamadığı için çiğ yemek yemek zorunda kalan insanların Urfa’nın meşhur çiğ köftesini böyle bulduğu (ne de olsa her işte bir hayır vardır) rivayet ediliyor ama konuyu dağıtmayayım. Nemrut, niye mi bu kadar kızgın? Çünkü İbrahim, putları baltayla darmaduman etmiş. Neyse odunlar ateşe verilir ve İbrahim mancınıkla ateşe fırlatılır. Rivayete göre Hz. İbrahim ateşe atıldıktan sonra, bir mucize gerçekleşir ve ateş suya, odunlar balığa dönüşür.
Günümüzde burası Urfa’nın meşhur Balıklıgöl’ü. Hatta içindeki balıkların sırtındaki siyah lekelerin o devasa ateşin izleri olduğuna inanılıyor. Özellikle dinî günlerde ziyaretçi akınına uğrayan bu bölgede, ayrıca İbrahim’in doğduğu mağara, Halil Ür-Rahman Medresesi, Halil Ür-Rahman (Döşeme) Camii de bulunuyor. Bitmedi, bir de Aynzeliha (Anzılha, Zeliha) Gölü var ki onun da İbrahim ateşe atıldıktan sonra, Nemrut’un kızı Zeliha’nın üzüntüsünden kendisini ateşe atmasıyla oluşan bir göl olduğuna inanılıyor. Nemrut’a ne mi olur? Burnuna sinek kaçmasıyla son nefesini verir. Neymiş, senden büyük Allah varmış, Nemrut efendi!
'KOŞUN, NAMUS ELDEN GİDİYOR!'
Urfa deyip duruyoruz ama ilin tam ve resmî adı Şanlıurfa. Cumhuriyetin ilanından sonra, 1924 yılında il olan Urfa’nın adının başına, halkın Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıktan dolayı, 22 Haziran 1984 tarihinde “Şanlı” eklenmiş ve TBMM tarafından şehre İstiklal Madalyası verilmiş. Urfalılar hiç sevmese de bununla ilgili de bir rivayet demeyelim de bir fıkra var: “Adam gelmiş ‘Ağam Fransızlar, Urfa’ya giriyorlar.’ demiş, ağa ses çıkarmamış. Adam yeniden gelmiş, ‘Ağam Fransızlar Urfa’ya girdiler.’ demiş, ağada yine ses yok. Adam bir kez daha gelmiş ‘Ağam Fransızlar isot tarlasına girdi.’ demiş, ağa bu kez ayağa kalkmış ‘Koşun, namus elden gidiyor.’ demiş.”
Böylece Urfa halkı, Fransızları defetmiş. Ama dedim ya Urfalılar bu hikayeyi sevmiyor diye; işi ciddiye alanlar şöyle bir açıklama yapıyor: “Fransızları 11 Nisan’da Urfa’dan atmışız. Hiçbir dönemde isot ilkbaharda çıkmaz.”
URFALIYIZ, ACIMIZI BİBERLE BASTIRIRIZ
Ne doğru ne yanlış ispatlamak benim görevim değil ama Urfa’da bir isot gerçekliği var sonuçta. Çiğ köfteden doğum günü pastasının yapıldığı, çiğ köftenin acı bibere banılarak yendiği, ciğer şişlerinden çiçek buketinin yapıldığı şehirde, isot üretimi giderek artan bir ürün. Süryani, Ermeni, Yahudi, Yezidi, Arap, Kürt, Türk vb. her milletten ve her kültürden izlerin görüldüğü Urfa mutfağında sebze yemek çeşitleri sayıca çok olmasına rağmen, et ağırlıklı yemekler ve kebap çeşitleri daha çok yer alıyor. Ana caddesi, hatta ara sokakları da kebap kokan bu şehirde vejetaryenlerin işi gerçekten çok zor. O meşhur sıra gecelerini ve sofralarını gözünüzde bir canlandırsanıza...
HAVADA KUŞ, YOLDA TAŞ, URFALIYIZ ARKADAŞ
Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan Şanlıurfa’nın komşuları Mardin, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır ve Suriye. 2022 yılı verilerine göre nüfusu 2 milyon 170 bin 110. Enteresandır Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt sistemine göre, Türkiye’de yaşayanlar eğer doğdukları kentte kalsaydı, Şanlıurfa ülkenin en kalabalık kenti olurmuş.
Şehir, azımsanmayacak sayıda Suriyeliyi de misafir ediyor. Gerçi “misafir” diyoruz ama çoktan Urfa’lı hâline gelmiş onlar. Urfa, ağalığın, aşiretlerin, aile bağlarının çok güçlü olduğu bir yer. Bu aşiretlerin kimisi gerçekten çok zengin ve bölgede güçlü. Hâl böyle olunca feodal yapı da bir o kadar güçlü. Kadınlara miras verilmemesi, erkek çocukların daha kıymetli olması, miras bölünmesin diye akraba evlilikleri, çok çocuk yapılması gibi şeyler ya da seçim zamanlarında duyduğumuz haberler, işte bu yapıdan kaynaklanıyor. Sonuçta aile ne kadar büyükse ve çocuk ne kadar fazlaysa güç de para da o kadar fazla oluyor. Ona keza cami cemaatleri ve tarikatlar da epey kalabalık. Anlayacağınız tıpkı vejetaryenler gibi seküler ve modern kesimin de işi zor bu şehirde. Bir de tabii ki doktorların...
HASTANEYE TEPSİDE GELEN...
Kalabalık nüfus, şiddet olayları, aşiret ilişkileri ve onların bağlantıları nedeniyle doktorların çalışmak istemediği şehirlerin başında geliyor Urfa. Geçmişte Urfa’da görev yapan bir doktor arkadaşım öyle şeyler anlatmıştı ki filme çekilse “Amma abartmış, bu kadar da değildir.” dersiniz. Elbette her şey o kadar kötü değil. Kendisini, çoluğunu çocuğunu ya da ailenin başka bir bireyini iyileştirdiği için doktorlara yapılan ikramlar da bir o kadar abartılı. Bakın size arkadaşımın anlattığı olaylardan birini anlatayım: Günlerden bir gün heyet günüymüş ve doktorlar arka arkaya hasta kontrol ediyormuş. Oda kalabalık, o sırada kapı aralanmış ve iki kişi büyükçe bir tepsiyle, arkaları dönük şekilde içeri girmiş. Bizim doktorlar heyecanlanmış tatlı ya da kebap geldi diye. Ama iki kişi dönüp tepsiyi masaya koyunca herkes büyük bir şaşkınlık yaşamış. Tepside, kısa boylu, yetişkin bir teyze varmış. Teyze, acısı ne olursa olsun köyünden ilk defa çıkmanın ve doktorlara getirilmenin mutluluğuyla onlara gülümsüyormuş.
URFA’DA SOSYAL HAYAT
Her ne kadar kalabalık ve dinamik nüfusuyla metropol şehre dönüşse de -ki Türkiye’nin en büyük sekizinci ili- Urfa, beklenti ve talepleri karşılamaktan epey uzak. Özellikle gençler kendilerini bu şehirde sıkışmış hissettiklerini söylüyorlar. Gerçi işi abartarak Hindistan'ın bile Şanlıurfa’nın yanında Amsterdam kaldığını söyleyenler de var ama sosyoekonomik ve sosyokültürel açıdan gerçekten ciddi sorunlar var. Spor ve kültür merkezleri, tiyatro ve sinema salonları konusunda iyileştirme isteyen gençler, etkinliklerin kısıtlı olmasından şikâyet ediyor. Şehirde düzenlenen konferans ve söyleşiler ise genelde dinî temalı.
Halkın en büyük aktivitesi Balıklı Göl’e gitmek, Bahçelievler’de ya da çarşıda gezmek. Çarşı demişken eğer giderseniz Urfa’nın çarşılarını gezmeyi ihmal etmeyin. Hüseyniye Çarşıları (Bakırcılar Çarşısı), Kazzaz Pazarı (Bedesten), Gümrük Hanı otantik yerler. Atatürk ve Emniyet caddeleri, Bahçelievler Mahallesi ise butik ve markalı giyim mağazalarının bulunduğu yerler.
Asfalta yumurta kırsan pişen, sıcak, çok sıcak günlerde ise ikindi vaktinden gece yarısına kadar parklar, çayını ocağını alanlarla dolup taşıyor. İşte şehirdeki klima bolluğunun sebebi de, o sıcaklar.
Urfalılar, misafir ağırlamayı da çok seviyor. Ama dikkat! Gittiğiniz her evde size sunulacak çiğ köfte, etli yemek, lahmacun, sulu yemek, çorba, tatlı derken evinize epey kilo alarak dönebilirsiniz.
Bu arada 1995 yılında açılan ŞRT’nin (sonrasının Edessa TV’si) Türkiye’nin ilk yerel televizyonu olduğunu biliyor muydunuz?
BROADWAY CENNETİ
Şanlıurfa’nın enteresan özelliklerinden biri de caddelerinde gördüğünüz araçların çoğunun Broadway olması. Renault Broadway modeller, bizim çocukluğumuzun efsane arabalarıydı. Bu modeller, gün geçtikçe eski popülerliğini kaybetse de 1992 model bu arabalar ilginç bir şekilde hâlâ Urfa’da revaçta. Hatta belki izlemişsinizdir, bir kişinin Şanlıurfa’nın bir sokağında çektiği, viral olan videoda araçların tamamı, evet tamamı Broadway’di. Epey, geyik çevirmişti insanlar.
Geyik demişken de Ekşi Sözlük’te epey eğlenceli bir başlık var, “Roma ile Urfa Arasındaki Fark” diye. Hepsini burada aktaramam ama birkaç örnek vereyim: “Urfa bir zamanlar Roma toprağıydı ama Roma hiçbir zaman Urfa toprağı olmadı.”, “Urfa daha sıcak.”, "Romalılar, ‘Amor vincit omnia-aşk her güçlüğü yener.’ derken Urfalılar, ‘Urfalıyam ezelden, gönlüm geçmez güzelden.’ der.”, “Urfa ile UEFA arasında tek harf olmasına rağmen, Roma ile UEFA arasında üç harf fark vardır.”
Son paylaştığım iletiden hareketle geyiklere ben de katkı yapayım; Urfa ile UEFA arasındaki tek fark, bir harftir! Buz gibi hava esti değil mi? Urfa sıcaklarında iyi gider. Tamam, tamam, sustum.
DÜNYANIN BİLİNEN EN ESKİ HEYKELİ
Hadi, biraz da gezilecek yerlerine bakalım. Her şehrin olduğu gibi Urfa’nın da bir kalesi var (Harran ve Birecik ilçelerinde de birer kale bulunuyor). Kalenin yanı başından çıkarılan bir Balıklıgöl Heykeli var ki bu heykel, tam tamına 12 bin yıllık. İnsan ebatlarında yapılmış, dünyanın bilinen en eski heykeli... Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’ne giderseniz bu heykeli, çok daha fazlasını ve elbette Göbeklitepe’ye ait eserleri görebilirsiniz.
Haleplibahçe Mozaik Müzesi de oldukça etkileyici. Burada, Haleplibahçe’de ortaya çıkan mozaikler insitu sergileniyor. Hacıbanlar Evi Mutfak Müzesi’nde ise Urfa mutfak kültürüne ait yemek çeşitlerini, mutfak araç gereçlerini ve eskiden kalan sofra düzenini görmek mümkün.
MAĞARALARDA DEVAM EDEN HAYATLAR
Ha bir de İbrahim Tatlıses Müzik Müzesi var. Burası aslında, bir zamanlar Şanlıurfa müziğin kalbinin attığı Harrankapı’daki “Yasin’in Kahvesi”. Restore edilerek oluşturulan Müze’de, Şanlıurfa sanatçılarının resimleri, mumdan yapılmış heykelleri, çalgı aletleri sergileniyor.
Hani İbrahim Tatlıses, hep mağarada doğduğundan bahseder ya Urfa’da hâlen mağaralar barınma amaçlı kullanılıyor. Özellikle elli hanelik Eskikale köyünün yirmi hanesi mağara evlerde yaşamaya devam ediyor. Urfa merkezde de ağıl olarak kullanılan mağaralar var. Şehirdeki Kanlı Mağara, Berkafe, Delikli Mağara, Sarı Mağara, Savuğ Mağara, Dalmaca gibi kimi mağaralar ise sıra gecelerinin düzenlendiği mekânlar. İsmini duyarsanız Bazda Mağaraları, aslında gerçek mağaralar değil. Bunlar bu bölgenin taş ocakları.
ETKİLEYİCİ MİMARİ
“Müze Şehir” olarak anılan Şanlıurfa merkezinde Kültür Bakanlığı’nca tescil edilmiş 180 tarihî ev, otuz iki cami ve mescit, beş kilise, yedi medrese, dokuz han, sekiz hamam, sekiz kapalı çarşı, altı köprü, on üç çeşme, iki sebil, bir su kemeri, bir su bendi, iki anıt, şehir surları ve bir iç kale bulunuyor. Şimdi ben size bunların hangi birini anlatayım. Sadece camilerin isimlerini saymaya kalksam bile o kadar çok ki... Sonuçta bu bilgilere günümüzde ulaşmanız çok kolay. Herkes kendi zevkine göre gideceği yerlerin bilgisini bulabilir.
Onun yerine ben size tarihî dokuyu görebilmeniz için Urfa’nın sokaklarında dolaşmanızı tavsiye edeyim. En başta Yorgancı Sokağı’nı... Birçok evin restore edildiği bu sokakta bazı evler, yöresel kültürün yaşatıldığı birer konukevine dönüştürülmüş. Canınız ev, konak görmek isterse seçenek çok: Yıldız Sarayı, Sakıbın Köşkü, Akçarlar Evi, Küçük Hacı Mustafa Hacıkamiloğlu Konağı, Mehmet Bağmancı ve Malatyalı Halil Evi, Meclis Evi (Şahap Bakır Evi-İsa Beden Evi), Hacı Hafız Ahmet(Balak) Efendi Evi, Köy Yatı Mektebi diye liste uzayıp gidiyor.
DÜNYANIN İLK ÜNİVERSİTESİ Mİ?
Ören yerinden toplanan tuğlalarla 150-200 yıl önce inşa edilmiş Harran Kümbet Evleri’ni de muhakkak görün derim. Harcında gül yağı, saman, pişmiş toprak ve yumurta akı kullanılmış; mimari yapısı ve malzemeleri sayesinde de yazları serin, kışları sıcak tutma özelliğine sahipmiş. Tarihî kent Harran’a gitmişken Harran Höyüğü’nü de gezin. Bu arada Harran gerçekten enteresan bir yer; dünyanın ilk üniversitesinin Harran’da kurulduğu yönünde araştırmalar var. Harran Okulu, ünlü tıp ve matematik bilgini Sâbit bin Kurrâ’nın, dünyadan aya olan uzaklığı ilk olarak doğru hesaplayan ünlü astronomi bilgini El-Battanî’nin, atomun ve cebir ilminin mucidi sayılan Cabir bin Hayyan’ın, ünlü din bilgini Şeyhü’l İslam İbn-i Teymiyye gibi birçok ismin yetiştiği ve ders verdiği okulmuş.
TARİHİ YENİDEN YAZDIRAN GÖBEKLİTEPE
O kadar yazdım, daha en önemli yerlere gelmedim sanırım. Tarihte yeni sayfalar açılmasına neden olan ve yüzlerce yıldır kabul edilen bazı bilgilerin değiştirilmesini gerekli kılan Göbeklitepe de Urfa’da yer alıyor. Keşif tarihi 1963 yılına gitse de ilk kazıların 1995 yılında başladığı Göbeklitepe, yalnızca dünyanın en eski değil, aynı zamanda en büyük tapınma merkezi olarak kabul ediliyor.
Ancak bu tapınakları kimlerin yaptığı, ağırlıkları altmış tonu bulan sütunların buraya nasıl taşındığı ve dikildiği, üstlerinin tonlarca toprak ve taş ile örtülerek neden gömüldükleri, tapınakların amacının tam olarak ne olduğu, cevaplanmayı bekleyen ve muhtemelen yıllarca sürecek araştırmaları gerektirecek gizemler. Ama çok heyecanlı değil mi?
Öte yandan Göbeklitepe kadar havalı olmasa da Soğmatar ve Şuayb da Urfa’nın önemli antik kentleri.
KAYIP KENT HALFETİ
Peki ya Halfeti’ye ne demeli? Baraj sularının altında kalmasıyla ilçe yeni yerleşim merkezine taşındı. Eski yerleşim bölgesi de “saklı cennet”, “kayıp kent” olarak anılmaya başladı ve her geçen gün turistlerin ilgi gösterdiği yer hâline geldi. Günümüzde Kral Kızı Mağarası, Rumkalesi, Savaşan köyü, Merziman Çayı, Çekem köyü, Kahtin köyü, Ehneş köyü gibi tarihî ve turistik mekânlar yemekli tekne turları ile gezilebiliyor. Suyun altındaki güzellikleri, tarihî yer ve mekânları görmek içinse dalış yapmanız gerekiyor. Bu arada bakalım Halfeti’nin Gaziantep’e bağlanma talebi nasıl sonuçlanacak?
FİSTANLI, ŞALVARLI KAYAK
Urfa’nın ne kadar sıcak olduğundan bahsedip durdum ama bu kentte bir de kayak merkezi bulunuyor: Karacadağ Kayak Merkezi. Siverek ilçesi sınırlarındaki kayak merkezinin uzunluğu yaklaşık 700 metre ama pisti 100 ile 200 metre arasında. Pistlerde fistan ve şalvarla kayanlar ya da kar üstünde halaya duranları görebilirsiniz. “Benim soğukla işim olmaz.” diyorsanız da son olarak ilde bir de Karaali Kaplıcaları’nın bulunduğunu belirteyim.
'YOK MU, AKLIN YOLU YOK MU?'
O zaman bu ile dair son sözleri, “Harran Ovası” şarkısıyla Bulutsuzluk Özlemi’ne bırakayım:
“Pamuk tarlasında Güneşin altında Kadın erkek yan yana Yapardılar çapa On beş çocuk vardı İki de kaynana Çocuklar çıplak Oldular sıtma Başlık parası artmış Enflasyon oranında Ateş de bacayı sarmış Yoktu başka çare Yoktu kızların adı Erkekler anlaştı Naylon çadır altında Değişip tokuştular kızları Bir çıkar yol yok mu? Bir çıkar yol yok mu? Tarikattan şeriattan Şeyhten, şıhtan, aşiretten? Yok mu Yok mu Aklın yolu Yok mu?”