Bütünsel eleştiriye bir çağrı: Öğrenci Hayatının Sefaleti
Mustapha Khayati'nin yazdığı, Sitüasyonist Enternasyonal'in çağrısı 'Öğrenci Hayatının Sefaleti', Metin Yetkin'in çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı.
Müge Gülmez
Tunuslu sendikacı Mustapha Khayati'nin 1966’da kaleme aldığı, en etkili öğrenci hareketi manifestolarından olarak bilinen Sitüasyonist Enternasyonal'in çağrısı 'Öğrenci Hayatının Sefaleti', Metin Yetkin tarafından Türkçeye kazandırılarak Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini aldı. Manifesto, Fransa örneğini odağa alarak genel olarak tüm dünyada üniversite gençliğinin mevcut sisteme karşı gibi dururken sefaleti nasıl içselleştirdiğini gözler önüne sererek kapitalist toplumu oluşturan kavramların ve unsurların reddine dair ekonomik, toplumsal, entelektüel veçheler üzerinden öneriler sunuyor.
Mustapha Khayati, lise sonrası eğitimini Strasbourg ve Paris'te sürdürdü ve burada Hegel'in 'Tinin Fenomenolojisi'nin ünlü çevirmeni Jean Hippolyte, Marksist sosyolog Henri Lefebvre ve filozof Georges Gusdorf'un derslerine katıldı. Khayati'nin bu yıllarda Tunus Öğrenci Birliği ve Strasbourg Öğrenci Birliği ile ilişkisi, entelektüel çalışmasının ve siyasi aktivizminin ana eksenlerini ortaya koymakta: Batı demokrasisinin altında yatan kapitalist mirasın eleştirisi, komünist bürokrasi ve parti diktatörlüğünün eleştirisi. Manifesto, ilk olarak 1966 yılının sonbaharında broşür olarak yayımlandı ve 10 bin adetlik basım yapıldı. Dağıtımı ve basımı için Strasbourg Üniversitesi'nde öğrenci birliği fonları kullanıldı. Oradan, Tunus'tan Londra'ya, Tokyo'dan Detroit'e kadar dünyanın dört bir yanındaki işçi ve öğrenci tarafından işletilen matbaalar vasıtasıyla düzinelerce basıldı. Bu metin, öğrencilerin ve gençlerin yabancılaşmasını tanıyan ve tanımlayan bir manifestoydu ve broşürün içeriğinin yanında finansmanı da son derece tartışmalıydı. Ancak bu tartışma Mayıs 1968’de öğrenci isyanının popülaritesini daha da artırmıştı.
Öncelikle, her ne kadar yazı boyunca “sitüasyonizm” terimi kullanılacak olsa da aslında Sitüasyonist Enternasyonal’in, Debord'un "anlamsız bir terim" olarak adlandırdığı bu terimin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmış olduğunu belirtelim. Nitekim sitüasyonistler, tüm ideolojilere felsefi bir muhalefet sürdürdüklerini ve onları nihai olarak yalnızca belirli bir toplumun ekonomik temelini haklı çıkarmaya hizmet eden soyut üst yapılar olarak kavradıklarını belirtirler. Buna göre, sitüasyonizmi absürt ve kendi içinde çelişkili bir kavram olarak reddederler. Manifesto ilk olarak sitüasyonist addedilen kavramların ve taktiklerin ileri düzeyde bir anlayışını sunmakta. Üniversite öğrencilerini, devlet, aile ve üniversite sisteminin kendilerine dayattığı ideolojik koşullara nasıl boyun eğdikleri ile yüzleşmeye teşvik ediyor. Kurumsal yapısı ve ideolojik vaatleriyle modern kapitalist toplumun eleştirisini sunarken meta fetişizmi ve tüketim kültürü bataklığına saplanmış gençliğin detaylı bir analizini içeriyor. Yani değerin anlamsal dönüşümüne işaret ediyor. Değer, ilişkisel bir varlık olduğunda insanlar değerin meta olduğunu düşünür. Gerçekte, kullanım değerlerinin ve onları üreten emeğin ortak paydası ‘emek zamanı’dır. Ancak kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklı olarak emek zamanının değerinin para ya da meta olduğu varsayılmaktadır. Tabii bu ilişkilerin devamlılığının sağlanması için bir tüketim kültürü pompalanmalıdır. Khayati’nin ifade ettiği gibi bu tüketim kültürünün devamlılığı için öğrencilerin içinde bulundukları “özgürlük yanılsamasıyla şimdiki zamana sığınma refleksi, aile ve devlete bağımlılığı ve elbette herkesi aynı tornada yontmak için ayarlanmış̧ mekanik ve spesifik bir eğitime tabiiyeti” katmerlenerek süregitmektedir. (s.9) Öğrencilerin ise bu gerçeklikten kaçarak sefilliğe ve bohemliğe sığındıkları ifade ediliyor.
“Aşırı yoksul ekonomik durumu nedeniyle öğrenci pek de imrenilmeyecek belli bir hayatta kalma tarzına mahkûmdur. Ancak kendi varlığından her daim memnun kalarak beş para etmez sefaletini özgün bir 'yaşam tarzı' haline getirir: sefaletçilik ve bohem.” (s.22)
Öğrencilere ve öğrenci kolektiflerine sözde bohem bir hayat tutkusu içinde toplumun tamamını görmezden gelerek ayrıntılarda boğuldukları eleştirisi yöneltiliyor. Nükleer silahlar, ırkçılık ve sansür gibi belirli sorunlarla mücadele ederken büyük resme bütünsel bakamadıkları vurgulanmakta. Mevcut mücadele biçimlerinin soyut kaldığı ve sistemin çelişkileri içerisinde sistemin yeniden üretimine katkı sağladıkları da ifade ediliyor:
“Onlar çalışmayı küçümser ama metaları kabul ederler. Reklamların onlara gösterdiği her şeye, hemen ve ödeme yapabilip yapamadıklarına bakmadan sahip olmak isterler. Bu temel çelişki onların tüm hayatına egemen olur ve zamanın kullanımı, kendini ifade etme ve bir tür topluluk oluşturma yönünde gerçek özgürlük arayışı için her türlü savlayıcı teşebbüslerini sınırlandıran bu çerçevedir.” (s.32)
Yani kelimenin tam anlamıyla her yerde hazır ve nazır reklamcılık ile birlikte birikmiş sermayenin yüceltilmesi ve daha geniş anlamda otantik yaşamın meta biçiminde soyutlanması ve şeyleştirilmesi bağlamında gelişmiş kapitalizmin sahte arzular ürettiği irdeleniyor. Tartışmayı daha da ileriye götürerek hümanizm, varoluşçuluk, yapısalcılık, sibernetizm gibi sözde sorunların gerçekçi olmadığı vurgulanırken hayatını bilincinin nesnesi haline getirememiş öğrencinin bu gibi tartışmalarla kendini uyuttuğu da belirtilmekte. Metin, özel mülkiyet haline gelen ‘sözde’ devrimci örgütlerin, işçi partilerinin ve sendikaların egemen düzenin devamlılığındaki rollerine işaret ederek bu kurumların toplum eleştirisine odaklanmak yerine koltuk sevdası hüküm sürdüğü için “ekonomiyle devletin evrensel diktatörlüğünün bekası için” çalışan yalan makineleri olduklarını iddia ediyor.
Öğrenci, kendini dünya ve toplum ile ilgili tutarlı görüşlere sahip olmak zorunda hisseder ve gerçek proleter bilincinin önünde duran bir sahte değer üretir. Mülksüzdür ancak bunun farkında değildir. Manifestoda vurgulandığı gibi “O kadar aptal ve mutsuzdur ki yardımcı kolluk kuvveti denetimini yerine getiren psikiyatristlere ve psikologlara kendiliğinden ve kitlesel olarak kendini emanet eder; modern baskının öncüsü tarafından kullanımına sunulmuş olan bu kurumlar Üniversite Psikolojik Destek Ofislerini doğallığında vazgeçilmez ve hak edilmiş̧ bir kazanım olarak gören 'temsilciler' tarafından alkışlanır.” (s.22-23) Günümüzde dahi öğrencilerin büyük bir kısmının üniversitelerdeki psikiyatristler ve psikologlar tarafından ‘tedavi’ altında olduğu ve öğrenci sefaletinin yaygın çarelerinden birinin de psikiyatrik ilaçlar olarak görüldüğü doğrudur. Tarihte modern toplumlara ve mevcut öğrenci davranışına başkaldırı niteliğinde gençlik isyanlarına sansasyonel haberler olarak hep tanıklık edilmiştir. Ancak manifestoda da vurgulandığı üzere esas şaşırılması gereken gençlik isyanı değil belki de yetişkin itaatkârlığıdır. “Bunun mitolojik değil, tarihsel bir açıklaması vardır: Bir önceki nesil, devrimci hareketin utanç̧ verici dağılma döneminin tüm yenilgilerini tanıdı ve tüm yalanlarını hazmetti” der Khayati. (s.30)
Sitüasyonist Enternasyonal’in Marx'la olan bağını ve kendi projelerini Marx'ın kapitalizm eleştirisinin bir devamı olarak gördüklerini kavramak önemlidir. Önsözde Ferda Keskin’in de ifade ettiği gibi Marx’ın erken, orta ve geç dönemlerine değinmeden yapılmış bu analiz oldukça tartışmalı olabilir. Tartışma getirmesi olumludur da. Ancak manifestonun sunduğu eleştiri ve gözler önüne serdiği gerçeklik de bir o kadar önemlidir çünkü sorunun tespiti çözümünün tahayyülünü getirir. “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir" diye yazmıştır Marx; “Şimdiye kadar filozoflar ve sanatçılar sadece durumları yorumladılar; şimdi mesele onları dönüştürmek" diye yazmıştır Sitüasyonist Enternasyonal. Evet dönüştürmek ve değiştirmek ama eski bildik yöntemlerle değil. Bu minvalde, geçmişteki yanlışların farkında olarak devrimin de yeniden keşfedilmesi gerektiğini savunmakta manifesto. Öte yandan, canlı eleştiri ile piyasa sisteminin yeniden üretimine katkı sağlayan unsurların belirlenmesi ve ortadan kaldırılması gerektiği vurgulanırken şu noktaya dikkat çekilir: “İdeoloji ne kadar ‘devrimci’ olursa olsun her zaman efendilerin hizmetindedir; kılık değiştirmiş düşmanı belirten alarm işaretidir.” (s.48) Başka bir deyişle, ideoloji eleştirisi daim olmalıdır ve bu eleştiri bir ideoloji haline gelmemelidir. Dünyanın bütünsel eleştirisi daimi şarttır. Devrime yakın gelen herhangi bir ideolojiyi savunuyor diye baskıcı bir sistemi savunmak yabancılaşmayı kabul etmektir. Çalışmanın ortadan kaldırılmasıyla ve metalaşan çalışma ile “edilgence tüketilen boş zaman” arasında kalmış insanın kurtuluşu ile ortaya çıkacak özgürlük vurgulanır. Bunun gerçekçi bir şekilde, sözde sorunlara ve mevcut parçalı mücadele yöntemlerine kanmadan fark edilmesi ile sistemin yıkımı mümkün olacaktır. Yalnızca bu yolla insanların hayatları kendi bilinçlerinin nesneleri haline gelip insanlar kendilerini düşünebilecek ve dönüştürebileceklerdir.
İşçi hareketine geldiğimizde ise manifestoda proleter tanımı ve proleterin görevi basit ve nettir: “Kendi hayatının kullanımı üzerinde hiçbir yetkisi olmayan ve bunu bilen kişi proleterdir” ve “boş zaman olmadan yaşamak ile engellenmeden zevk almak proletaryanın tanıyabileceği tek kuraldır.” (s.52) İş, bunu bilinçli bir şekilde fark edip değişim yönünde adım atmaktır.
Günümüzde de gençlik krizi tartışmaları 1960’lardan pek farklı değil. Khayati’nin de dediği gibi: “Gerçekte, eğer modern toplumda bir ‘gençlik’ meselesi varsa bu toplumun derin krizinin gençlik tarafından en keskin şekilde hissedilmesindendir.” (s.30) Bugün gençlik, içerisinde bulunduğu krizi hissediyor, fark ediyor ancak umutsuz. Ekonomik istikrarsızlık, mezuniyet sonrası iş bulmanın zorluğu, iş sahibi olunsa bile aile ile yaşamak zorunda kalmak ve birçok gencin daha şimdiden borçlu olması günümüzün sefaletinin kanıtları. Öte yandan, Ferda Keskin’in önsözde belirttiği üzere bu manifestoyu mevcut hakimiyetini korumak adına daha otoriteryen bir biçim alan kapitalizm karşısında tarihten bihaber bir ütopyacılık içerisinde de değerlendirmemek gerekir. Kuşkusuz bu yazını bizlere sunanlar tarihsel gerçekliği ve geçmişin hesaplaşmalarını dikkate alarak bu değerlendirmeleri yapmaktalar. İnsan ise tarihte sabit bir anlayışa ve sabit bir pratiğe sahip sağ veya sol cenahlar varmışçasına anlam çıkarmaya ve savunmasını bu doğrultuda yapmaya meyilli. Çünkü hep bir şeyleri savunmak zorunda hissetmekteyiz. Oysa her kavram tarih içerisinde dönüşüyor ve yepyeni pratiklerle karşımıza çıkarak yeni deneyimlere gebe oluyor. Bütün bunlar göz önünde bulundurulunca böyle bir analizin bize hatırlattıkları önem arz etmekte:
“Buradan Marx için de kapitalizmin eleştirisini temellendiren etik motivasyona ve pozitif özgürlük anlayışına varmak çok kolay: Düzenin yeniden üretimi için gereken çalışma ile ondan arta kalan boş zaman ayrımında örgütlenmiş bir süreç olarak kapitalist yaşama karşı bu ayrımı aşmak ve yaşamı yaratıcı bir sürece dönüştürmek. Kuskusuz böyle bir özgürlük anlayışı insan arzu, ihtiyaç ve potansiyellerinin tarihselliğini, verili değil kurulmuş olduklarını ve bu kurulma surecinin üretim biçimlerinden asla bağımsız olmadığını hatırlamayı gerektiriyor.” (s.10)