Charlie Mackesy'nin tüm dünyada 8 milyondan fazla satan ve Türkiye’de de Mundi Kitap etiketi ve Tankut Baler çevirisiyle iki yıldır satışta olan Çocuk, Köstebek, Tilki ve At kitabının aynı ismiyle uyarlanan 30 dakikalık animasyon filmi bu sene “En İyi Kısa Animasyon Film” dalında Oscar ödülü kazandı.
Bu kitap –belki de Küçük Prens’ten sonra ilk kez- yediden yetmişe herkes için yazılmış, film de her yaş grubunun büyük keyif alacağı, yaşama dair sorularına yanıt bulacağı şekilde tasarlanmış. Kitabı yedi yaşındaki kızınıza da okusanız, patronunuza da hediye etseniz, genç komşunuza da önerseniz, Altılı Masa’daki liderlere de seçim öncesi ilham kaynağı olarak gönderseniz herkesin alacağı tat, çıkaracağı dersler farklı, ama son kertede verdiği mesajlar çok kritik...
Kitaba ve filme ortasından da başlasanız, başından da, sonundan da, aynı sürükleyicilikle, aynı lezzetle devam ediyor. 2019’da yayımlanan kitap, Waterstones tarafından yılın kitabı seçilmişti.
Toplum hepimize nasıl yaşamamız gerektiği, ruhsal gelişimimizi ne şekilde yönlendirmemizin daha “sağlıklı” olacağı konusunda telkinlerde bulunurken, çocukların bu engebeli hayat patikasında ilerleyişlerinde önlerine çatallı bir yol çıkar: ya güçlü ve cesur bir şekilde yetişecekler, ya da zayıflıklarını kabullenip farklı şekillerde bunu sergileyecekler. Her iki tercih de çocukların davranışlarının doğru tahlil edilmesiyle, zayıflıkları gidermeye yönelik doğru önerilerle ve eğitimle çocuğu güçlendirecek yönde şekillendirilebilir.
Oysa çocuktaki eğitim süreçleri örselendikçe, aile ortamlarındaki sorunlar kronikleştikçe, çocuğa düşmanca davranan bir ortam kaçınılmaz oldukça, çocuğun ruhu da, dünyaya yaklaşımı da hep yarım, hep yaralı kalır. Çocuk, bu durumda, dış dünyayı bir düşman gibi, onu avlamak için bekleyen vahşi hayvanların olduğu bir ortam gibi algılar. Sonuç olarak, dünyaya karşı koyamaz.
Mackesy’nin bize sunduğu film platosunda ise başrolde bir çocuk, bir köstebek, bir tilki ve bir at var. Hiçbir kahramana, gerçek hayatın eril kodları atanmamış; patriyarkal tahakkümleri yüklenmemiş. Hepsi en saf hallerinde karşımızda...
Köstebek ortaya çıkana kadar çocuk, vahşi doğanın içinde yapayalnız hissediyor kendini. Vahşi doğa aslında hayatın ta kendisi: bazen korkutucu, ama çoğu zaman uçsuz bucaksızlığın içinde çok güzel. Sonra köstebekle çocuk birlikte zaman geçirmeye başlıyorlar. Vahşi doğanın zaman zaman korkutuculuğuna karşı dostluk zırhıyla korunuyorlar.
Kocaman dünyanın içinde kendini küçücük bir damla gibi görmüş olsa gerek, “çok küçüğüm ben”, diyor köstebek. “Evet, ama çok büyük fark yaratıyorsun,” diye karşılık veriyor çocuk. Zaten birçoğumuz için anlamlı bir yaşam sürmenin hedeflerinden biri de bu değil mi? Yeryüzünde geçirdiğimiz şu kısacık sürede çevremize cılız da olsa güçlü de olsa ışık saçıp fark yaratabilmek...
“Yaptığın en iyi keşif neydi?”, diye soruyor köstebek. “Bu halimle yeterli olduğum,” diyor çocuk. Zaten “yeterlilik” hissi, Erik Erikson’dan Alfred Adler’e dek birçok psikoloğun başarılı bir psiko-sosyal gelişim açısından önemle vurguladığı bir yetkinlik aşamasıdır.
Yeterlilik ve değerlilik duyguları zayıf oldukça kişinin cesareti kırılır, zorluklarla gereği kadar mücadele etmeyi öğrenemez, toplumsal duyguları yeterince gelişmeyerek benmerkezci olur ve aşağılık duygusu daha yoğun şekilde tetiklenir.
Ardından, “büyüdüğünde ne olmak istiyorsun?”, diye soruyor köstebek. “İyi kalpli,” diye karşılık veriyor çocuk. Tıpkı bir zamanlar John Lennon’a aynı soruyu yönelttiklerinde yanıtının “Mutlu” olması gibi...
“Başarı ne sence?” diye soruyor çocuk. “Sevmek,” diyor köstebek. “Sevilmek için olağanüstü olman gerekmez,” diye ekliyor.
Köstebeğin çok sevdiği bir söz de var: “Başta başaramazsan biraz pasta ye.” Her seferinde de işe yarıyor bu söz... Ama daha sonra keşfediyor ki, pastadan daha etkili bir şey daha varsa o da etkisi daha uzun süren “sarılmak” eylemiymiş.
Deprem sonrası insanlar evlerinden yalınayak dışarı fırladığında, günlerce sokaklarda birer battaniyeyle oturduklarında aslında onları ısıtan, hayatlarına anlam katan en değerli şeyin “sarılmak” olduğunu ve birlikte olunan her yerin “ev” olabildiğini anladılar.
Birbirine saygı duyduğunda, sarıldığında, el ele verdiğinde, birbirini iyileştirmek için bağlar kurduklarında, hatta bazen sadece bir kağıt bardakta çay içtiğinde, empati yapıp diyalog kurabildiğinde farklı siyasi görüşlerin bile bir masa etrafında Türkiye’nin demokrasi tarihinin en büyük muhalefet bloklarından birine dönüştüğünü hep beraber görmedik mi?
“Sence en büyük zaman kaybı nedir?,” diye soruyor çocuk. “Kendini başkalarıyla karşılaştırmak,” diyor köstebek. Yaşlı köstebeklerin “keşke korkularımızı daha az dinleyip hayallerimize daha çok kulak verseydik,” sitemini anımsayıveriyor.
Ardından tilki çıkıyor karşılarına. Oysa doğada bir tilkiyle karşılaşmak bir köstebek için pek de hoş bir rastlantı olmasa gerek.
Yuvasını bulmaya çalışan ama bağlı olduğu kazıktan kurtulamayan, kurtulduğunda herkesi öldüreceğini sanan bir tilki bu... Ancak köstebek ondan korkmuyor ve tilkinin kazıktan kurtulması için teli minik dişleriyle kemirirken, kitap en hoş şekliyle “korku” temasını işliyor. Şöyle diyor köstebek: “Sahip olduğumuz en büyük özgürlüklerden biri, olaylara nasıl tepki verdiğimiz.”
Köstebek de çocuk da dünyayı ve insan ilişkilerini uzun uzadıya sorguluyorlar. İnsanların birbirlerinin sadece dışını görebildiklerini, oysa hemen hemen her şeyin içimizde olduğunu irdeliyorlar. İçimizdeki onca şarkı, onca matem, onca kahkahaya rağmen başkaları sadece dışınızı, o sabit gülümsemesini takınan kişiyi görüyorlar. Oysa sizin içinizde kocaman bir ülke var ve kapısı doğru iletişimle, etkin sorularla azcık zorlansa içine girilebilir. Bu durum tuhafınıza gidiyor.
Ve “kendine iyi davranmak, yapabileceğin en büyük iyiliklerden biri,” diyor köstebek. Çünkü, diye ekliyor, insan çevresinden iyilik görmek için beklese de aslında kendine iyi davranmayı atlıyor. Ne de olsa insan genellikle en zor kendini affediyor. İnsan en çok kendine acımasız... İnsan en çok şefkati kendinden esirgiyor...
Bazen kendini kaybolmuş gibi hisseden çocuğa, “sevgi insana yuvasını buldurur. Biz seni seviyoruz,” diye karşılık veriyor köstebek. Yuva her zaman belirli bir yer olmak zorunda değildir. Yuva, sarsılan güven duygusu tamir olduğunda, birbirimizden başka kimsemiz olmadığını anladığımızda kendimizi en mutlu hissettiğimiz mekan olabilir.
Daha sonra aralarına katılan dördüncü figür olarak at, “herkes bir parça korkar, ama beraberken daha az korkuyoruz,” diye itiraf eder. At, güçtür, erktir. Çocuğun ve köstebeğin küçüklüğü, tilkinin sinsiliği ve zayıflıkları karşısında at heybetlidir. Ama söylediği en cesurca şeyin ne olduğu sorulduğunda “yardım istemek” olduğunu söyler dev gibi at... Çünkü en güçlü olduğu zamanın, zayıflığını göstermeye cesaret ettiği zaman olduğunu itiraf eder.
Ama, at, yardım istemeyi pes etmek gibi görmez; “yardım istemek, pes etmeyi reddetmek demektir” diye açıklar. Bazen tüm gücünü toplayıp devam edebilmeyi de “cesurca” bulur at...
At da iyi kalpliliği öğütler takım arkadaşlarına. “İyi kalplilik” der, “her şeyin ötesinde durur, sessizce.”
Ve yarının bilinmezliği karşısında dördünün de birbirini sevmesini “en büyük bilinirlik”lerden biri olarak vurgular. “Kara bulutlar geldiğinde yoluna devam eder. Büyük şeyleri kontrol edemediğini hissettiğinde burnunun dibindeki sevdiğin şeylere odaklan. Bu fırtına da geçer,” diye öğütler at. Yol hep uzundur, ama geriye dönüp kat edilen yola bakmak insanı teskin eder.
İleride bir çift kuğu görürler. Kuğuların sükuneti ve mükemmel duruşunu sorgular çocuk. Ama, at, olaya farklı açıdan bakar: “Altta deli gibi ayak çırpıyorlar da ondan,” der. Köstebek de katılır bu sahnenin analizine. “En büyük yanılgı,” der, “hayatın mükemmel olması gerektiğidir.”
Kuğu mükemmelin bir hayvanda vücut bulmuş şeklidir, ama suyun altında görünmeyen yön de bu mükemmelliğe erişim için verdiği mücadele ve çabadır. Ancak mükemmelliği aramaz kuğu. Ne de güzel demişti Doğan Cüceloğlu, Var mısın? isimli kitabında: “Mükemmel olmayı hedeflemek gerçekçi değil. Mükemmel değil olabileceğinin en iyisi ol.”
Yolculuklarında en az konuşan da temkinli davranan da tilkidir, ama yine de onlara eşlik eder. “Doğrusu,” der, “çoğu zaman söyleyecek ilginç bir şey bulamıyorum.” Bu itirafı takdir ederler. “Dürüst olmak her zaman ilginçtir,” der at ve diğer atlar kıskandığı için artık yapabilmesine rağmen uç(a)madığından söz eder. Arkadaşları, uçsa da uçmasa da onu sevdikleri konusunda ona güvence verene dek: “Uçsan da uçmasan da biz seni seviyoruz.” Sevginin koşulsuzluğunu tarif eder kısaca...
Felsefenin en ilginç sorularından birini ortaya atarlar ardından: “Bardağının yarısı dolu mu boş mu” diye soran köstebeğe, “bardağım olduğuna şükrediyorum,” diye yanıt verir çocuk tüm tamahkarlığıyla... Çocukların mutsuz ve doyumsuz yetişmesinin tehlikelerine dair psikologların yıllardır yaptığı telkinlere karşı deprem sonrası bir anda tüm eşyalarını, giysilerini, oyuncaklarını, yatağını, başucu lambasını kaybeden çocuğun deneyimlediği hiçlik gizlidir bu cümlede: “Bardağım olduğuna şükrediyorum.”
Soruların ardı arkası kesilmez. “Yüreğimiz acıdığında ne yapıyoruz?”, diye sorar çocuk. Atın yanıtı hazırdır: “Arkadaşlıkla, ortak gözyaşlarıyla ve zamanla sarıp sarmalıyoruz, mutlu ve umutlu uyanana kadar da bekliyoruz. Ne kadar değerli olduğunu, sana nasıl davranıldığıyla ölçme. Şunu hep hatırla: değerlisin, önemlisin, seviliyorsun ve bu dünyaya başka kimsenin katamayacağı bir şey katıyorsun.” Çocuk, “teşekkür ederim,” diye atın burnunun tam orta yerine minicik bir öpücük kondurur.
Dünyada hayal edemeyeceğimiz kadar çok sevgi olduğunu anımsatıyor bu kitap – söz edilen onca kötülüğe, gözümüzün önünde cereyan eden onca savaşa, yıkıma, dehşete, vahşete rağmen. Ve yeryüzünde her canlının birbirinden farklı olduğu bir ekosistemde herkesin kendine özgü zayıflıkları ve güçlü yanları var.
Kişi, küçük çocuğun merhametinde de, atın heybetinin ardına gizli yumuşaklığında da, tilkinin saldırganlığının içindeki gizli temkinliliğinde de, köstebeğin kemirgenliğinin yanındaki zayıflıklarında da kendini, başka bir yanını görüyor.
En önemlisi de kişinin kendisine ve başkalarına iyi davranmasının önemini, gerektiğinde dayanışma ve yardım talebinde bulunmanın etkisini anımsatıyor. Çünkü, atın o güzel sözünde olduğu gibi, “herkes aslında el yordamıyla ilerliyor.” Ve oyuncu Robin Williams’ın o çok anımsanan sözüyle bağlarsak; “Karşılaştığın herkes hayata karşı bilmediğin bir savaş veriyor. Nazik ol, her zaman...”
Çağımızın önde gelen psikologlarından olan Alfred Adler’in İnsan Tabiatını Tanıma adlı o müthiş eserinde de sıklıkla vurguladığı bir gerçekliği bir kez daha deneyimledik: İnsan sosyal bir varlıktır ve insan davranışını anlamadaki en temel farkındalık, insanın içinde bulunduğu bütün evrenle ilişkisi üzerinden tanımlanmasıyla sağlanır.
Bir çocuk; köstebekle, atla ve tilkiyle ilişkisi üzerinden bir sosyal varlıktır. Adler’e göre, sosyal çevre, her çocuğun kendi biricikliği içerisinde toplumsal ilgisinin gelişmesi, eğitilmesi ve yönlendirilmesi açısından kritiktir, zira yanlış eğitim toplumsal ilginin sağlıklı gelişimini engellediği gibi nevrozlara dek varan uyumsuz davranışların da temelinde yatar.
Adler, sağlıklı bir insanın, varoluşsal sorunlarına güvenli ve gerçekçi bir biçimde yaklaştığını ileri sürer. Sağlıklı insan yenilgiden de korkmaz; dışarıdaki güçlüklere karşı yapıcı çabalara ve sorgulamalara yönelir. Güçlüklerle yüzleşmek adına yapay bir üstünlük algısı kurmaz. Dünya hemzemindir onun için; tüm canlılarla ve çevresini kuşatan varlıklarla arasındaki mesafenin büyümesinin, onu hasta edeceğini düşünerek uzak durur ve sorunlarını gerçeklikten yola çıkarak çözümlemeye yönelir.
Tıpkı Mackesy'nin bize dört canlı üzerinden anımsattığı temel varoluşsal endişelere yaklaşımında olduğu gibi...
Bu hüzünlü günlerde, içimizdeki çocukları, köstebekleri, tilkileri ve atları hep canlı tutmamız, sosyal çevremizde her birimizin duygularının ve toplumsal ilgisinin sağlıklı kalabilmesi dileğiyle...