Büyük oğlum 4 yaşına geldiğinde Joe Strummer/Clash, AC/DC, Queen, Bruce Springsteen, Bob Dylan ve birçok başka müzisyeni ilk notalarından ayırabiliyordu. Derken okula başladı. Artık ayıramıyor. Büyüdükçe eksiliyoruz çünkü.
Turgut Yüksel'in "A Beautiful Day"
isimli çalışması
7,5 yaşındaki oğlum büyük bir ciddiyetle arkadaşına elindeki
anahtarı gösteriyordu: “Üzerinde Kale yazıyor ama bu bir ev
anahtarı.”
4,5 yaşındaki oğlum sessiz sinema benzeri oyunumuzda meslek
anlatıyor. Anlattığı meslek aşçılık. Çok güzel anlatıyor. Fakat
sonunda zıplıyor: “Oğlum anladım, aşçıyı anlatıyorsun. Ama sonunda
niye zıplıyorsun?”. Cevap olağanüstü: “E çok güzel yapıyor yemeği.
Çok seviniyor. Sonra da tramboline çıkıp zıplıyor.” Ardından
anlattığı boksör de yüzüyordu. Terlemiş.
Bunlar sanırım herkes için güzel hikayeler. Ama neresi güzel
acaba? İçindeki aklı seviyor olamayız. Akıl yürütme biçimini
seviyor olmalıyız. Düşünme biçiminin tazeliğini,
kendiliğindenliğini seviyoruz. Bunun oluşturduğu mizahı
seviyoruz.
Bizim için erişilemez oluşunu, “tekrar o şekilde düşünebilir”
olmayışımızı da ilginç buluyoruz.
Bir de tabii her türlü canlının yavrusunun sevimli olma hali
var. Evrimsel bir şey olmalı bu. Öbür türlü bakması büyütmesi daha
zor olurdu.
...
Çocukla her şey de şen şakrak geçiyor sayılmaz. Örneğin “çocuk
masumluğu” çok doğru sayılmaz. Çocuk suçsuzdur. Çünkü ehliyeti
yoktur. Masumiyet başka. İyilik de keza.
Ben çocukken Enid Blyton’un müthiş serisi Gizli Yediler'den
etkilenerek bir Gizli Laboratuvar kurmuştum. Temel olarak
hayvanlara eziyet ediyorduk. Misal zehirli bildiğimiz şeyleri
karıştırıp sümüklüböceklere şırıngalıyor, onları şişirerek
öldürüyorduk. İyi birisi, masum birisi bunu yapabilir mi?
Büyük oğlum bebekken üzerinden iki kere başka çocuk aldık.
İlyas'ı büyük bir samimiyetle boğmaya, çalışıyorlardı. Biz
yetişemesek muhtemelen kötü bir şey olmasına güçleri yetmezdi. Ama
niyet belliydi. İyi birisi bunu yapabilir mi?
Küçük oğlum (4,5) ile Ulucanlar Cezaevi müzesini gezerken
işkence aletinin ne işe yaradığını sordu. Ben de "Devlet buraya
attığı insanlara acı çektirmek istediğinde bunu kullanıyordu"
dedim. İlk başta kızar gibi oldu. Sonra ferahladı: "Haa kötü
insanlara". Anlatmaya çalıştım ben, ama sanırım hala kötü insanlara
işkence yapılabileceğini düşünüyor.
...
Bu bir iyilik masumluk meselesi değil çünkü.
Çocuklar gibi masum filan olsak zaten fena durumdaki
dünya daha fena olurdu. Hatta bugünkü fenalıklar da çocuklukta
tamamlanması gereken bazı gelişimlerin sarkması yüzünden oluyor
olabilir.
…
Çocuklar gelişim aşamasındaki yetişkinlerdir. Bir fil yavrusu üç
beş saate yürümeye başlıyorken bir insan yavrusunun aynı işi
yapması bir yılını alıyor. Çünkü file kıyasla öğrenecek çok şeyi
var.
Çocuklar içgüdülerine yetişkinlerden daha yakın yaratıklardır.
Ama içgüdüler vahşidir. Yontulmamıştır. Başka bir hayata göre
evrimleşmiştir. İnsanın pek çok içgüdüsü yasalara göre suçtur.
…
Ama bütün bu acayipliklerin de katkısıyla süren bir enteresan
meydan okuma hali vardır çocuklukta. Çabuk unutur, sıkıntılı
şeylere takılı kalmaz, kin tutmaz, her dakikası mücadele dolu bir
hayat sürer. Bir yığın dertle boğuşur. Üstelik yaşadığı
sıkıntıların pek çoğunu tanımlayamaz bile. Zamanı yavaş geçiren
biraz da budur. Haz duyma, acı çekme, direnme, sosyalleşme,
yardımseverlik, bencillik, iyilik, kötülük bir çocukta baş
döndürücü bir hızla yer değiştirebilen, birbirine girmiş, belli bir
denge içinde yürüyen ve öğrenmeyi tetikleyen bir durumdur.
Yetişkinlerde bütün bunların çevresi neredeyse dikenli tellerle
örtülü yeri ve zamanı vardır. Bu yüzden büyüdükçe
eksiliyoruz zaten.
….
Büyük oğlum 4 yaşına geldiğinde Joe Strummer/Clash, AC/DC,
Queen, Bruce Springsteen, Bob Dylan ve birçok başka müzisyeni ilk
notalarından ayırabiliyordu.
Derken okula başladı. Artık ayıramıyor.
Büyüdükçe eksiliyoruz çünkü. Hayat sürekli aslında bizi
ilgilendirmeyen detaylarla çıkıyor karşımıza. 30 kişiyle aynı
sınıfta oturuyoruz, karşımızda birisi hepimize birden aynı anda
aynı şeyi anlatmaya çalışıyor. Öğrenmemizi bekliyor. Ve sonra bir
sistem bizi yarıştırıyor. Sadece bu 30 kişiyle de değil.
Tanımadığımız milyonlarla milyarlarla yarıştırıyor.
Üstelik bu 30 kişi de çömlek yapmayı öğrenmek üzere bir araya
gelmiş çeşitli yaş ve tiplerde insanlar değil. Bunların bir tek
ortak noktası var, yaşları. Yani en ilgisiz olan şey. Üstelik bu
tuhaflık tam 12 sene sürüyor.
...
En hızlı öğrendiğimiz 12 seneyi sabitlenmiş bir öğrenme
çizgisine sadık kalarak geçiriyoruz. Neler kaçırdığımızı bilmeden.
Bize göre olanı yahut canımızın istediğini değil tabağımıza konanı
yiyerek. Okul sonrasında da güya seçerek ama önceden belirlenmişler
içinden seçerek devam ediyoruz.
Sonra çalışma hayatı. Çalışmak bir dert. Genellikle yaptığımız
işlerin bizim, mahallenin hatta kamunun pek bir işine yaradığı yok.
Yaptığımız işleri bitirmek bile çoğu zaman önemli olmuyor. Çünkü
yaptığımız işi bitirmek için çalışmıyoruz. Önceden belirlenmiş
zamanları çalışarak geçiriyoruz sadece.
Büyüdükçe eksiliyoruz. Çünkü çalışma ile ilişkimizi bozuyoruz.
Bir çocuk sadece bitirmek üzere iş yapar. Kimsenin bir işine
yaramayacak bir işi bir çocuğa yaptırmak kolay değildir. Bir çocuğu
muhasebe yahut insan kaynakları departmanında çalıştıramazsınız.
Ama bir çocuk pekala kemancı, marangoz, öğretmen, gazeteci,
yazılımcı, mühendis yahut bakkal olabilir.
…
Büyüdükçe eksiliyoruz. Çünkü büyüdükçe zamana aslında onda
bulunmayan anlamlar ekliyoruz.
Yetişkin zamanı iyi kullanmaya çalışır. Panik halde klasifiye
eder. Şu vakit evlenecek bu vakit askere gidecek öbür vakit müdür
olacaktır. Özlemlerini biriktirecek, tatilde muhakkak eğlenecektir.
Çocuk önüne bakar. Olması gerektiği gibi. Ağzında hep bir şeyleri
ıskalıyormuş gibi buruk bir tatla yaşamaz.
...
Üstelik insanevladı ömrünün sandığından çok daha fazla zamanını
çocukken geçirir. 50 yaşında birisinin geçirdiği bir yılla 7
yaşında birisinin geçirdiği bir yıl arasında en az on yıl fark
vardır. Çocukken tükenmez kalemler hakikaten tükenmez.
…
Büyüdükçe eksiliyoruz. Eksildikçe çocuklar için tuhaf şarkılar,
tuhaf yemekler icat ediyoruz. Her şeyi onlar için yaptığımızı
söyleyip ayak altında kalmasınlar diye elimizden geleni yapıyoruz.
Pek çoğumuz beş saat TV’siz iPadsiz yalnız kalsak ellerimizi
koyacak yer bulamıyoruz. Kendimiz sürekli dizi seyredip çocuklar
sürekli kitap okusunlar istiyoruz.
Aynı anda keman çalsın, stil yüzsün, jimnastik yapsın, basketbol
oynasın, üç dil konuşsun ve bütün arkadaşlarımızı güldürürken
eşyasını herkesle paylaşsın istemek eksilmesini hızlandırmaktan
başka bir şey değil.
…
Bir de tabii nerede doğduğunla da karışıyor işler. Her çocuk bir
olamıyor. Kırgızistan’da 6 yaşında bir çocuk kendi başına koca bir
at sürüsü yönetebilirken gelişmiş Norveç’te 6 yaşında bir çocuk tek
başına bakkala gidemeyebiliyor. Buna mukabil aynı çocukları 30
yaşındayken karşılaştırmayı kalbim kaldırmıyor. Norveçli yüz çeşit
şarap hakkında fikir beyan edebilirken Kırgızistan'daki çocuk hala
at sürüsünü yönetir olabiliyor.
Fakirlik çok daha erken eksiltiyor.
…
Çözüm sık sık anılan “içimizdeki çocuk”ta değil. İçimizdeki
çocuk diye hatırladığımız güzel anılar depresif ve işlevsiz bir
geçmiş aşkından ibaret genellikle. İçimizdeki çocukla barışma hali
de suç mahalline dönmek olabilir. Mustafa Yılmazer’in “Kör noktanın
rengi” kitabında dediği gibi:
Suçlu suç işlediği yere dönermiş
Onun için mi dönüyoruz hep çocukluğumuzun sokaklarına