Her dönemin kendine özgü konuşma araçları vardır. Antik Yunan’ınki Sokrat ve Aristo felsefesiyle Sofokles ve Aşiklos tragedyalarıydı. Skolastik dönem Aziz Agustinus’larla konuştu. Mikelancelo, Da Vinci ve Dante, Rönesans’ın etkin konuşma araçlarıydılar. Vs.. vs…
Dönemin ruhu kendini bu araçlarda ele verir. Kültür eleştirisi dediğimiz şey de esasen bu araçların incelenmesidir. Dönemin ruhunu ele veren konuşma araçlarının eleştirel incelemesi, ilgili dönemin bir otopsisidir. Bu otopsi neticesinde, toplumun dönemsel hastalıklarının neler olduğu, bağışıklık sisteminin neye ne denli dayanıklılık gösterebileceğine ilişkin bol figürlü bir tablo ortaya çıkar.
İçinde bulunduğumuz dönemin en konuşkan aracı, hiç şüphesiz, televizyondur. Yaşadığımız günün ruhu hakkında bitmez tükenmez bir bilgi kaynağıdır televizyon. Güncel kültür eleştirisinin vazgeçilmez bir konusu olmasının sebebi de budur.
Yenisi ve eskisi bir yığın dizi filmle birlikte televizyonda yeni yayın dönemi başlamış bulunuyor. Diziler, hem televizyon gerçeği hem de kültür eleştirisi için başlı başına bir fenomen. Bu yüzden yıllardır üzerine konuşup duruyoruz zaten. Daha da konuşuruz.
Dizilerin yanında televizyonların vazgeçilmez program türlerinden biri de yarışmalar. Farklı ya da benzer formatlar altında yeteneğinden sesine, şans oyunlarından eş bulmacasına dek çeşit çeşit yarışmalar var. Televizyon kanalları, dizi ile yarışma seçeneği arasında sıkışıp kalmış durumdalar, prime-tıme’ın üçüncü bir alternatifi yok. Fakat yarışma bolluğu alternatifsizlikten kaynaklanmıyor. Yarışmaya bunca düşkünlüğümüzün, rekabetçi kapitalizm çağında toplumun kendini ancak bir bütün halinde yarışmacı etiğe dayalı bir sistemle yeniden üretebiliyor oluşu ve bunun için de en son insana bile yarışmacı olarak ihtiyaç duyuyor oluşuyla bir ilgisi var. Rekabet ve yarışma, özellikle Türkiye gibi ekonomisi ve demokrasisi az gelişmiş bir toplumda yoksulluk ve gelecek kaygısıyla birleşerek yırtıcı ve saldırgan bir çıkar fanatikliğine dönüşüyor. Birbirlerini kimi zaman aşağılayarak ezip geçen insanları televizyonda izlemenin hazzı bundan ileri geliyor. Yarışanı ve izleyicisiyle insanlık durumunun bu trajik hâli ayrıca konuşmaya değer...
Yarışmalar içinde “bilgi yarışmaları” denilen tür de aynı şekilde başlı başına bir trajedi. Onlar da dönem hakkında epeyce şey söylüyorlar. Katılımcıları, yani yarışanlar, dönemin insanlık durumu hakkında çok net bir fikir veriyor.
Tanımlayıcı niteliği “bilgi” olan bir yarışmaya katılmışlar. Gelgelelim, bilmiyorlar. Tabii ki insan her şeyi bilemez. Fakat bilmekle bilmemek arasında doğru düşünmek diye bir şey var, bunun da uzağındalar. Düşünmeye ilk kez o anda başlamış gibiler, akıl yürütme, muhakeme, kıyas, eleme gibi zihnin en temel işlemlerinde öyle acemiler.
Hele tahsilliler! Ah o tahsilliler! Robert ve St. Jozef kolejlerinde başlayıp, ODTÜ ve Boğaziçi’lerden geçerek, yurtdışında mastırlara doktoralara uzanmış parlak bir eğitimle gelip oturuyorlar o soruların başına. Sonuç ne? (Edebiyat, tarih, sinema, coğrafya bilgisini filan geçelim… Bunlara dair ümidimiz zaten yok, kalmadı.) İlkbaharın müjdecisi meyve olarak orada seçenekler arasında erik dururken karpuz yanıtını vermek! Ya da, düğme ve fermuara ihtiyaç duyacak olsa hangi dükkâna, manifaturacıya mı, tuhafiyeciye mi gitmesi gerektiğini bilememek. Veyahut da müşaviri tiyatroda yer gösterici sanmak. Yeryüzünde yeniymiş gibiler, her şeyden öyle habersizler. Etraflarındaki çiçekleri, kuşları, balıkları bilmiyorlar. Yaşadıkları kentten, dünyadan habersizler. Hiç ilgilenmemişler.
Onca tahsile rağmen bunca cehalet, o yarışmacının kendi yaşam deneyimiyle sınırlandırılarak anlaşılamaz. Bireyin dar yaşam ortamının bir sorunu değil, toplumsal yapının genel sorunları içerisinde bir sorundur bu da. Eğitim/öğretim hayatı boyunca kariyerin ve yaşam tarzının en prestijli noktalarına cesaretlendirilip kışkırtılmış insanlar bunlar. Böyle bir eğitim/öğretim sistemi, müfredat dışı bilgilenmeye, müfredat dışı ilgiye kapalıdır. Belki uzman profesyoneller yetiştirmekte başarılıdır. Ama hayat karşısında bön bireyler yetiştirmekte de aynı ölçüde başarılı.
Hayat karşısındaki bönlük, kişiyi hayat için gereksiz bir varlık olduğunu düşünme sorunundan, böyle bir ontolojik endişeden de uzak tutar. Bu, o insanların kendilerine “Ben kimim?” ya da “Burada ne yapıyorum?” gibi sorular sormadıkları anlamına tabi ki gelmez, belki soruyorlardır. Ama bu soruların işaret ettiği kendi insan varoluşlarının gerçekliği karşısında örneğin Yusuf Atılgan’dan, örneğin Nuri Bilge Ceylan’dan çok daha az ürküntü duydukları anlamına kesinlikle gelir.
Türkiye’de eğitim sisteminin ekseri üretimi bönlüktür. Uzun yılların eğitimiyle büyük bir bönler ailesi yaratılmıştır. Mecbur bırakıldığımız bu gayri insani hayatın, doğaya bunca düşmanlığımızın, farklı olana bu denli tahammülsüzlüğümüzün, bu ilgisiz ve bilgisiz büyük bönler ailesiyle bir ilgisi olmalı.