20. yüzyılın ilk çeyreğinde, insanlık büyük ve yıkıcı bir
savaşın sonundayken, karşısına amansız bir salgın çıkmış, “İspanyol
gribi” olarak bilinen virüs salgını 1918 ile 1920 yılları arasında
50 milyon can almıştı. Bu, modern sanayi toplumunun karşılaştığı
ilk küresel salgındı ve yıkıcı maddi sonuçlarının yanında pek çok
değişime yol açmıştı. İspanyol gribi, zaten yaygın bir işçi sınıfı
muhalefetiyle baskı altında olan kapitalist düzenin, toplum sağlığı
konusundaki ‘açmaz’larını, esasen de bu konuda hiçbir fonksiyon
üretemediğini açığa çıkaran bir işlev görmüştü. ‘Halk sağlığı’ diye
bir kavramın ortaya çıkması, toplumun geniş kesimlerinin yaygın ve
ücretsiz olarak yararlanabileceği sağlık hizmetlerinin ihdas
edilmesi, halk sınıflarının basıncı altındaki sermaye rejimlerinin
kaçınamayacağı reformlar olarak böylelikle gündeme geldi.
Bu faciadan yaklaşık yüz yıl sonra, ‘modern toplum’ yeni ve yine
oldukça yıkıcı bir virüs salgınıyla karşı karşıya kaldı. 2019
sonunda Çin’den başlayarak küresel ölçekte yayılan Covid-19
pandemisi, aradan geçen yüz yılda, ‘sistem’in hiçbir anlamlı sonuç
üretmeyip, toplumu yine salgının amansız sonuçlarıyla karşı karşıya
bırakacak şekilde kurumsallaştığı gerçeğini de açığa çıkaran bir
rol oynadı. Bu yönden hem evrensel sonuçlar üretti hem de tek tek
ülkeler için yerel sonuçlar.
Türkiye, bu sonuçların en ‘açık’ yaşandığı ülkelerden biri oldu.
Geçtiğimiz yıl mart ayında, Covid-19 vakalarının Türkiye’de de
görüldüğünün resmen kabul edilmesinin ardından, alınan/alınmayan
önlemler, sağlık hizmetlerine erişim gibi doğrudan salgınla ilgili
konuların yanında, ‘mutat’ günlerde bir sis perdesinin arkasında
belli belirsiz duran o devasa sınıf farklılıkları ortaya çıktı.
“Çarklar dönecek” mottosuyla girişilen sözde seferberlik, toplumu
birkaç küme halinde ve insanları maddi üretimin dolaysız bir
uzantısı, bir makinesi gibi gören bir anlayışla hayata
geçirildi.
Şaşkınlık ve endişe dolu o ilk günlerde tabloyu bu kadar net
görmek, o bulanık sisi dağıtmak çok kolay değildi belki... Ama
işte, yaşamın akışına, olgulara, ‘haber’e; özüyle, birincil anlam
ve sonuçlarıyla bakan aydınlar, gazeteciler, yurttaşlar da var bu
ülkede. Pınar Öğünç de, fantastik kurgulardan rol çalan felaket
senaryolarının, komplo teorilerinin, ‘krizi fırsata çevirme,
tedarik yollarını ele geçirme’ fırsatçılıklarını terennüm ederek
satılan sahte hayallerin bulanıklaştırdığı havada, bir günebakan
gibi sorunun en can alıcı yanına yöneldi: Gazete Duvar’da bir dizi
röportajla, emeğiyle geçinen, ‘sıradan’ ve ‘küçük’ insanların,
çarklar dönsün diyerek işyerlerine sürülenlerin, kalabalık taşıma
araçları ve servislere binmek zorunda bırakılanların, salgının dev
dalgalarını neredeyse çıplak elleriyle durdurmaya çalışan sağlık
emekçilerinin, kapatıldıkları evlerde bir uzaktan erişim aygıtı
gibi çalıştırılanların, hiçliğe terk edilmiş küçük esnafın, işten
atılanların, ücretsiz izne çıkarılanların, kâğıt toplayıcılarının,
işsizlerin, ezcümle ‘bizim’ yaşadığımız salgını ve kayıpları
anlatmaya girişti.
Pınar Öğünç, daha krizin ilk ayında, 23 Mart’ta başlayarak 22
Mayıs 2020’ye dek Gazete Duvar’da tefrika edilen 35 röportajla
toplumun bir resmini çekti. Çorap fabrikasında çalışan bir kadın
işçiyle ilk röportajını yaparken Covid-19 kaynaklı resmi ölüm
sayısı sadece “1” idi. Türkiye’nin salgınla ‘mücadele’ yönteminin,
onu sermaye birikimi için bir fırsata çevirme hilesi olarak
tasarlandığının dolaysız bir tablosunu; nesnel olgularla, büyük
dalganın altında başının çaresine bakmaya terk edilmiş
kalabalıkların hikâyeleriyle aktardı. Gündelik yaşamın sorunlarını,
ekonomik ve sosyal düzenin doğrudan sonuçları olarak çerçeveleyen
bir bakış sundu.
Aradan bir yıl ve milyonlarca Covid-19 vakası, on binlerce can
kaybı, işini, evini, kurulu düzenini kaybeden yüzbinlerce insan
geçtikten sonra aynı kişilerle yeniden konuştu Pınar ve
dizi-söyleşi güncel niteliğinin yanında tarihsel bir nitelik de
kazanarak kitaplaştı. İletişim Yayınları tarafından, Duvar Medya
Vakfı’nın katkılarıyla yayınlanan “Pandemi Zayiatı: Bir Yıldan 35
Hayat Hikâyesi” kitabı (*), Covid-19 salgınının, sadece biyolojik
bir süreç olarak değil, Türkiye’nin sıradan insanlarının yaşamına
bir ok gibi saplanan sosyal bir süreç olarak da ele alınması
gerektiğini gösteren bir belge niteliğinde. Salgının ilk günlerinde
ortaya çıkan o cilalı “Virüs hepimizi eşitledi” palavrasının
maskesini indiriyor. Bugünleri anlamak ve yarına taşımak için,
edebiyattan kurama, felsefeden siyasete dek pek çok alan için
işlevli bir malzeme üretiyor. Öğünç’ün söylediği gibi, “Bu
barbarlık tablosuna uzun bakmaktan, ortasında bu kadar durmaktan
alışan gözleri kırpmak” için, yalnızca öfkeyi taze tutmaya değil
değiştirmeye yarayan bir ‘hatırlama’ için ileride de okunacak bir
kitap bu.
(*) Kitapta her bir söyleşi için Murat Başol
tarafından yapılan çizimler de yer alıyor.