Bir bakan ziyaretinde Ankara’nın ardı arkası gelmeyen ve hep son dakikada değişen talepleri tepesinin tasını attırdı. Meslek hatta öğrencilik hayatı boyunca öfkelenmemiş yahut öfkesini dışa vurmaktan kaçınmış büyükelçi “artık yeter” dedi. Yeter dedi ama bu sanki boşlukta yankılanan bir çığlık gibi havada asılı kaldı.
Saçlarını yandan ayırırdı. Resimlerine baksanız, dönemin
modasına göre biraz uzun, biraz kısa, bazen favorili, bazen değil
ama çizginin çocukluğundan beri hep aynı yerden olduğunu fark
ederdiniz. Yetmişlerde kısa bir süre pos bıyık bıraktığı da
olmuştu. Mütevazı bir evde Kocamustafapaşa’da büyümüştü. Babası
Evkaf’ta memur, annesi ilkokul öğretmeniydi. Kardeşi yoktu.
Ailesinin gözbebeğiydi.
Mekteb-i Sultani’de geçen yatılı yılları üzerine girdiği
Mülkiye’yle birlikte Ankara yılları başlamıştı. Üç arkadaş
Kavaklıdere’de bir bodrum katını paylaşıyorlardı. Copun, gazın
üniversite bahçesine henüz girmediği o yıllarda siyasi faaliyet de
bir nevi hobi gibiydi. Zaten hariciyeye intisap edince kim Maocu
kim Sovyetçi soran da olmuyor, bu tatlı gençlik anıları rakı
masalarına meze oluyordu.
Mülkiye’de hocaların kitaplarını hatmedip, sağlam kağıtlar
yazarak sınıfları iyi derecelerle geçti. Bu çalışkanlığı
hariciyedeki başarılı kariyerinin de temel taşı olacaktı. Sorsanız
dönem arkadaşlarına, pek bağırıp çağırdığını, sinirlendiğini,
küfrettiğini hatırlayan çıkmazdı. Ama toprak sahada yapılan
maçlarda coşkusunu dışarı vuruyordu. Doğrusu çok da iyi futbol
oynuyordu.
İnceci denilen tarzda, yumuşak bilek hareketleriyle peş peşe
çalımlar atıyor, ayağa paslar veriyordu. İtiş kakışı da, şut atmayı
da sevmezdi; golleri hep ayakiçi plaseyleydi. Faule maruz
kaldığında ellerini iki yana açar “ayıp oluyor, böyle olacaksa
oynamayalım” diye sesini yükseltirdi. Maalesef tercih yapması
gerektiğinde Gençlerbirliği’nden gelen teklifi reddedip, hariciyeyi
seçti. Arada bunu hatırlar, hayıflanırdı.
İngilizcesini geliştirmek için geceleri transistörlü radyodan
BBC’yi dinlerdi. Haftasonları kravat-ceket, kızlı-erkekli CDSO
konserlerine ve Devlet Tiyatroları'nda sahnelenen oyunlara
giderlerdi. Ankara sanki sonbaharın hiç bitmediği, erdemli ama
biraz gri bir başkent gibiydi o yıllarda. Hükümetler gelir geçer,
koalisyonlar kurulur dağılır, ama müstakbel bir hariciyecinin
ilgilendiği konularda kararların nerede, kimlerce alındığı gayet
iyi bilinirdi.
Bakanlık yazılı ve sözlü giriş sınavlarını bileğinin hakkıyla
iyi dereceyle geçti. Mükafaten Siyaset Planlama Dairesi’nde göreve
başladı. Koridorda “heavy lifter” (ağır kaldıran) diye tanınarak
temayüz etti. Ne o ilk sene, ne neredeyse kırk yılı bulan meslek
hayatında akşam sekiz olmadan bakanlıktan çıktığı görülmedi. Öğle
yemeklerini de hızlıca yer, masasının başına dönerdi. Masasında da
çoğu zaman açık klasörler, üst üste yığılı kağıtlar olurdu.
O ilk sene tamamlanınca askerliğini Genelkurmay
Plan-Prensipler’de yedek subay olarak yaptı. Bahriye üniformasının
ona yakıştığını söylerdi arkadaşları. Tam o aralar asker yine
“muhtıra” vermiş, ama “ihtilal” yapmamıştı. Bakanlığa dönüşünde
biraz da Harekat Başkanı’nın önerisiyle Müsteşar Özel Kalemi’nde
göreve başladı. Parlak bir memuriyet hayatının habercisiydi kalem
görevi.
Mülkiye’de MEB yayınlarından çıkan klasikleri okurdu ama artık
iş yükünden pek edebiyatla ilgilenmez olmuştu. Haftasonları gidilen
tiyatro ve CDSO konserleri de seyrelmişti. Soran olursa masasının
dağınıklığını gösterir “hangi birine yetişeyim şekerim” diye cevap
verirdi. Tayin dönemi geldiğinde müsteşar onu New York’taki BM
Daimi Temsilciliği’ne “plase etti”. Ortadoğu uzmanlığı da o dönemde
başladı.
Mahrumiyet bölgesi olarak ise New York’tan iki yıl görev
yapacağı Bağdat’a gitti. İleride I'inci ve II'nci Körfez
Savaşları’nda Irak gündemi işgal ettiğinde, bölgeyi iyi bildiği, bu
vesileyle sık sık hatırlanacaktı. Bağdat görevinin bir yararı da
ona para biriktirme fırsatı vermesi oldu. Bu parayla Ankara GOP’da
iki oda bir salon dairenin peşinatını karşıladı, bir de merkeze
dönüşte satacağı Chevrolet otomobili satın aldı. Chevrolet’yi alan
pavyon sahibi çok ısrar etmesine rağmen, pavyona hiç gitmedi.
Dönüşte bu defa Bakan Özel Kalemi’nde göreve başladı.
Başkatiplik sınavından da birinci çıktı. Artık mesai dışında hiç
zamanı yok gibiydi. Nadir boş zamanlarında da İstanbul’a anasını
ziyarete gidiyordu. Annesinin evlilik konusunda onu sıkıştırmasını
ise geçiştiriyordu. Galatasaray’dan arkadaşlarını pilav günlerinde
görüyor, okul dönemine ait anıları dinlerken yüksek sesle “hah hah
hah” diye kahkaha atıyor ama hemen ardından sanki üzerine bir hüzün
çöküp sessizleşiyordu.
Kalemden tayine çıkarken Vaşington’u istemesine rağmen
Fransızcacı fazla bulunmadığı için Paris’e gitti. ASALA’nın
diplomatlarımızı peş peşe şehit ettiği, askeri yönetim dolayısıyla
da derdimizi muhataplara kolay anlatamadığımız zorlu bir dönemdi.
Gözaltında, hapiste öldürülenler, idam edilenler derken hele
Mitterand’ın cumhurbaşkanlığındaki Fransa’da insanın Batı’nın
ikiyüzlülüğünden tiksinmemesi olanaksız gibiydi.
Kalemcilikten bunaldığı ve o dönemki Paris Büyükelçisi’nin de
emekli olmak üzere olmasından ötürü, merkeze dönüşte Yunanistan
Dairesi Başkanı oldu. Yine iş yükü çok ağırdı. Dosyasına hakim bir
memur olarak sık sık koltuğunun altında imza kartonuyla arza
iniyordu. Saçının çizgisi, pantolonunun ütüsü, kravatının düğümü
hep yerli yerindeydi. Ama artık yorulmuştu da. Özel hayatındaki
yalnızlıktan da, her gece Bakanlık’tan en son çıkan olmaktan da,
haftasonları daireye gitmekten de.
Katıldığı ikili müzakerelerde Yunanlı muhataplarına kök
söktürüyordu. Bayrağı dikiyor, bir adım geri adım atmıyordu.
Genelkurmay’la eşgüdümü sıkı tutuyor, askeri üst yönetimce de el
üstünde tutuluyordu. Tayin zamanı geldiğinde ödülünü Los Angeles
Başkonsolosu olarak atanarak aldı. Çevresinin ve amirlerinin
“misyon şefliği bekar yapılmaz” baskısına biraz da gönüllü yenik
düştü. Kültür Bakanlığı’nda çalışan yaşıtı bir hanıma pastanedeki
ikinci buluşmalarında evlenme teklif etti ve Los Angeles’e birlikte
gittiler.
Los Angeles yıllarında tenis öğrendi. Çocukları olmadı, yahut
istemediler. Uzun yıllar onlara eşlik edecek bir Golden Retriever
edinmekle yetindiler. ASALA terörü yılları geçmişti ama Ermeni
konusu, gazetelerde çıkan can sıkıcı yazılar ve Kongre üyeleriyle
temaslar, mesaisinin büyük bölümünü işgal etti. Buna karşılık tadı
fazla kaçmadı ve mesaisi önceye kıyasla gayet hafiflemişti. Bu
durum ona iyi geldi, rahata alıştı. Ama Büyükelçilik öncesi
aşılacak son bir adım vardı: Genel Müdür Yardımcılığı.
O arada Ankara’da Irak konusu yeniden alevlenmişti. Bölge uzmanı
bir Ortadoğu Genel Müdür Yardımcısı aranıyordu. Bağdat görevi
hatırlandı, Genelkurmay’la sıkı eşgüdüm geçmişi, yabancı dil
hakimiyeti, iyi memurluğunun yanı sıra müsteşarın da tanıdığı bir
isimdi. Merkeze, dört yılını tamamlamadan üçüncü yılının sonunda
erken geri döndü. Böylece promosyonunun da önüne geçti. Genel Müdür
Yardımcılığı, Büyükelçilik için tam karine teşkil ediyordu. “İnek
girenin, sosis çıktığı” su geçirmez bir sistem kurulmuştu zira.
Ortadoğu Genel Müdür Yardımcılığı hareketli geçti. Bir-iki kere
Şırnak’tan helikoptere binip Selahattin’de Barzani’yle görüşmeye
dahi gitti. Aynı yıllar, Güneydoğu’da kanın gövdeyi götürdüğü
yıllardı ama kimin ne dediği bilinmezdi. Hem hariciyecinin konusu
değildi bunlar. Siyasetten uzak durmak lazımdı. Malum mevzularda
askerin ne dediği ve MGK önemliydi. MGK toplantılarında sunuşları o
yapıyordu. Uzun mesai saatlerinin baskısını, evde eşiyle
Büyükelçilik öncesi gereken bir fedakârlık olarak
paylaşıyorlardı.
Aradan iki yıl daha geçti. Hazırlanan Büyükelçiler
Kararnamesi’nde gidebileceği “A altı” açılan yerler arasında
rezidansı en haşmetli olan Moskova’ydı. Kendi promosyonu içinde
“payeyi ilk alan” olarak Moskova Büyükelçisi oldu. Moskova
yıllarında ziyaretine gelen müteahhitlerle sıcak ama mesafeli bir
ilişki kurdu. Akçeli işlere bulaşmamak gerekirdi, ayrıca içinden
bir ses bu sonradan görme zengin takımıyla buluşacağı pek bir ortak
payda olmadığını söylüyordu.
Maiyetindeki memurlara daimi talimatı, Ankara’dan gelen
telgrafın ertesi gün yanıtlanmasıydı. “Tekit istemiyorum kardeşim”
derdi. Arada arşivden getirttiği dosyaları önüne açarak
değerlendirme dikte ettirdiği olurdu. Bu saatlerde kapısında imza
için bekleşen memurlar “beyefendi kolları sıvadı” diye aralarında
fısıldaşırdı. Ankara’da da “kalemi kuvvetli” diye isim yapmıştı.
Öngörülerini “buradan görülebildiği kadarıyla” diye bir nevi sahte
tevazuyla paylaşsa da, Rusya konusunda son sözü büyük ölçüde o
söylüyordu.
Dört yıl sonra Ankara’ya dönüşte artık oturabileceği koltuk
sayısı müsteşar ve yardımcılıklarından ibaretti. Nitekim İkili
Siyasi İşler Müsteşar Yardımcısı oldu. Müsteşar olamadığı için
biraz burkulmuştu ama yarış devam ediyordu. Üzerine belirli bir
rahatlık da gelmişti. Arkadaşı olan müsteşarın ve diğer müsteşar
yardımcılarının yanına kapıyı vurmadan ve ceketsiz “n’aber abi”
diyerek giriyordu. Öğle yemeklerinden sonra kravatlar gevşetilerek
yapılan kahve sohbetlerinde çoğunlukla iş konuşuluyordu. Nihayet A+
sınıfı Büyükelçilik zamanı gelmişti.
Londra Büyükelçisi olarak atandı. Her şey yolunda gibiydi. Ama
artık o dört mevsim sonbahar, gençliğinin fakir ama mağrur
Ankara’sının olmadığının farkındaydı. “Bunlar” iktidara gelmişti ve
ne zaman gidecekleri belirsizdi. Kulağına çalınan bir şeyler vardı
ama yetersizdi. Nirengi noktaları silikleşmiş, kaybolmaya yüz
tutmuştu. 10 Kasım anma törenlerinde uzun konuşmalar yapıyor, sonra
tüm memurlar ve törene katılmalarını zorunlu tuttuğu eşleri hep
birlikte 10. Yıl Marşı söyleniyordu. Haftada bir, her çarşamba,
öğle yemeklerini baş başa Silahlı Kuvvetler Ataşesi paşayla
yiyordu.
Ne olduysa o zaman oldu. Bir bakan ziyaretinde Ankara’nın ardı
arkası gelmeyen ve hep son dakikada değişen talepleri tepesinin
tasını attırdı. Meslek hatta öğrencilik hayatı boyunca öfkelenmemiş
yahut öfkesini dışa vurmaktan kaçınmış büyükelçi, “artık yeter”
dedi. Yeter dedi ama bu sanki boşlukta yankılanan bir çığlık gibi
havada asılı kaldı. Bu tatsızlık sonucunda, daha iki yılını
doldurmadan bavullarını toplayıp Ankara’ya döndü ve istifayı bastı.
Bir yandan da mutluydu. Tunalı Hilmi’de yürüyüşler yapmayı,
Kavaklıdere Tenis Kulübü’nde zaman geçirmeyi nicedir iple
çekiyordu.
Fakat bu boşluk ona yaramadı. Haftasonları tutkuyla
Galatasaray’ın maçlarını izlerken kendi gençlik yıllarını
hatırlattığını düşündüğü o “inceci” oyunculara modern futbolda
fırsat tanınmadığını görmek, kahvaltı ederken göz gezdirdiği ve
elli yıldır değiştirmediği gazetenin dahi “bozduğunu” düşünmek,
akşamları televizyonu her açtığında o mesleki sonunu hazırlayan
adamı sürekli ekranda görmek, hepsi içini sıkıyordu. Düpedüz
sıkılıyordu. Hayat ne zaman, nasıl geçmişti?
Ömrü boyunca yüzlerce belki binlerce sayfa telgraf, konuşma,
sunum yazan büyükelçinin içinden artık tek satır yazı yazmak
gelmiyordu. Yazmıyordu da. Tek bildiği, her şeyin yanlış ve kötüye
gitmekte olduğu, yozlaştığıydı. Sonra bir gün yine Tunalı Hilmi’de
yürüyüş yaparken, kalbinde bir kasılma, sol kolunda şiddetli bir
ağrı hissetti. Önünden geçtiği eczaneye girip, oracıktaki
sandalyeye çöktü. Kalkamadı. Büyükelçi ölmüştü.
Cenazesi Kocatepe’den kalktı. Naaşı, Bakanlık önünde yapılan
sade törenden sonra, Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. Aynı gün
belki o sade törene katılan genç bir aday meslek memuru yanına
imzaya girdiği hırslı, başarılı ve azimkâr genel müdür yardımcısına
büyükelçi hakkında yaptığı yoruma “şimdi sen onu bırak da...”
yanıtı alıyordu. Zira iş beklemezdi. Hayat da, yarış da devam
ediyordu.