İnsanın büyük bir tutkuyla bağlı olduğu bir düşüncenin, bir fikrin reel hayatın içerisinde gerçekleşmesi (tahakkuk daha doğru anlatıyor aslında bu açığa çıkma, gerçekleşme durumunu) karşısında sürüklendiği duygulanımlar, herhalde düşünce tarihinin de en kadim veçhelerinden birini görünür kılıyor: Şu meşhur tümel-tikel ilişkisi ya da evrensel ideler ile somut-maddi gerçekliklerin buluşması, belki çakışması meselesi. Dolayısıyla insanın böyle bir gerçekleşim karşısında büyülenmemesi olasılığı da yok. Kendisini bu türlü bir büyülenmeye kaptırmış zekâlardan biri de Carl Scmitt idi (kendi zekası karşısında büyülenmekten bahsetmiyorum; en nihayetinde bir hayli ergen bir tutumdur insanın kendi zekası karşısında büyülenmesi). Schmitt, modern devlet ve toplumların bütün siyasal ve etik kavramlarının sekülerleşmiş Hıristiyanlık kavramları olduğu saptamasında bulunuyordu. Bu, onun Max Weber’le de -eğer bir kavramlar stratejisinden bahsedilebilirse- stratejik ayrılığına işaret ediyordu. Hatta Schmitt’in stratejisi, belirli bir anlamda, Weber’in stratejisinin tam zıttıydı. Weber’e göre sekülerleşme, modern dünyanın gittikçe artan büyü-bozumu ve teoloji-dışılaşma sürecinin bir veçhesiyken, Schmitt’e göre sekülerleşme, aksine, modernlik içinde teolojinin güçlü bir biçimde hazır ve etkin olmayı sürdürdüğünü gösteriyordu. Bu, teoloji ile modernlik arasında bir anlam özdeşliğini ya da teolojik kavramlar ile siyasal kavramlar arasında mükemmel bir anlamsal özdeşleşmeyi zorunlu olarak içerimlemez; daha ziyade, siyasal kavramlara damgasını vuran ve onları kendi teolojik kökenlerine gönderen özel bir kavram stratejisiyle ilgilidir.
Bu teolojik kökenler, en nihayetinde egemenlik sorununda görünür oluyorlar: Tanrı’nın yerini alan modern-egemen Devlet. Malum, skolastik felsefenin tartışma konularından biri de Tanrı’nın evrene koymuş olduğu yasaları askıya alıp alamayacağı sorusuydu. Bunun yanıtı evetti; adına da ‘mucize’ deniyordu bu askıya alma halinin. İşte Schmitt’in kendi düşüncesi karşısında büyülendiği yer de burasıydı. Her mümin gibi, her inanmış gibi, o da bir ‘mucize’ görmek istiyordu ve modern devletin mucizesi de ‘istisna hali’ olabilirdi ancak; yani anayasal düzenin anayasal düzen adına askıya alınması, yani yasanın askıya alınması. Schmitt’in bir mucize bekleyen bu tutkulu hali, kendi ifadesinde de görünür oluyordu: “Tümel tutkuyla değil, rahat bir yüzeysellikle düşünülür. Buna karşılık, istisna, tümeli yoğun bir tutkuyla düşünür.” Bu tutku, onu, Alman faşizmi karşısında da bir büyülenme haline götürecekti (Örneğin İsmet Özel’in de “doğadan bir vahiy bekledimse boşuna / baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı” dizelerinde tümelin tutkusuzluğuna bir işaret ediş, herkesin ‘sıradanlığından’ bir uzaklaşma arayışı yok mudur ta o zamandan? İstisnanın, bir tür ‘ilahi terör’ün cezbine kapılmış değil midir zaten ta o yıllarda?). Bir idenin gerçekleşmesi, yani somutlaşması, maddileşmesi olarak görecekti bunu. Geçtiğimiz on yılların Türkiye’si birtakım insanlarda ‘peygamberî’ vasıflar görenlerin, gide gide bu imgeyle bir tür devlet arzusunun birleşmesinin bir başka biçimine de tanıklık etti. Öyle ki egemen devlet şiddetini tam da bu birleşme nedeniyle bir tür ‘ilahi’ şiddet olarak kodlamak bile çok zor olmadı pek çokları için. Artık yalnızca can almakla ya da Foucault’nun çözümlediği biçimiyle “hayatta tutarken ruhu ele geçirmeye dönük stratejilerle” değil, bizzat ölümün anlamıyla oynamaya kalkışan nekro-politik bir iktidar biçimi…
Bu durum, öyle kolaylıkla, hatta bir tür konformizmle, basit bir modernistler versus İslamcılar çatışması olarak okunursa, hem devlet teorisinin, hem de din üzerine teorinin akamete uğraması sonucunu doğuruyor. Çünkü bu, ilk evvela, modernlikle birlikte geriye gitmiş olan din gibi bir görüşü temele alıyor; dolayısıyla onun geri dönüşü üzerine kafa yormak gibi bir sonuca yol açıyor. Eh, ilginç değil mi seküler olduğunu ileri süren düşünme biçimiyle İslamcılığın düşünme biçiminin aynı tarih görüşünü paylaşıyor oluşu? Din gitmiş ve geri gelmiş! E İslamcılar da böyle düşünüyor ve geri dönüşlerini zaten tam da buradan hareketle ‘haklılaştırıyorlar’. Aynı tarih görüşünün paylaşıldığı her yerde düşünsel konformizm söz konusudur. Bu konformizm, etik bakımdan da ciddi sorunlar doğuruyor; herkes bir diğerinin günahlarıyla meşrulaştırıyor kendisini ya da dilerseniz herkes başkasının günahını örtü yapıyor kendisine. Aralarındaki fark, kavramsal setlerinde değil, kavramlara yükledikleri değerde beliriyor. İstisnanın büyüleyici gücü koruyor ama kendisini… Aynı büyünün, egemen devlet büyüsünün etkisi altında kalmak…
Schmitt’in büyük muarızı Walter Benjamin egemen devlet şiddetinin ilahi şiddet değil, bir tür mitsel şiddet olduğunu ileri sürerek büyük bir siyasal teoloji tartışmasını da başlatmıştı. Ona göre mitsel şiddet, salt kendi varlığını açığa vurmanın bir biçimiyken ilahi şiddet adalet adına hukuka son veren bir şiddet biçimiydi. Bu nedenle egemen devlet şiddeti ilahi bir şiddet biçimi olarak değil, mitsel bir şiddet biçimi olarak açığa çıkabilirdi daha çok. Aklımdan çıkmayan cümlelerden biridir “Size Türk’ün gücünü göstereceğiz” ifadesi. Şiddet, amaçsız bir dışlaşma olarak varlığını ancak bu kadar net ifade edebilirdi. Adaleti amaçlamıyordu bu şiddet; düzeni yeniden tesis etmeyi de amaçlamıyordu. Amacını kendisi ifade ediyor zaten. Türkiye’nin temel sorunlarından biri de bu amaçsız şiddetin, yalnızca bir bölgeye özgü olduğu zannına kapılınmış olmasıydı. Oysa söz konusu olan, salt kendi varlığını öne sürmek üzere başvurulan bir şiddet biçimiydi. İlahi değil mitsel bir şiddet… Mucize değil, sanrı… Bu büyü dağıtılmadığı sürece Türkiye’nin bir adım ileri kıpırdama şansı yok.