Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak üzere Samsun’a çıkışının 100. yıl dönümü kutlamalarının arifesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan günün anlam ve önemine uygun olarak gençlerle bir araya gelip basının aktardığı şekliyle "gençlerin sorularını yanıtladı". Bu buluşmanın yapıldığı yer Dolmabahçe Sarayı’nın muayede salonuydu. Sözlüğe göre muayede salonu, Osmanlı Devleti’nde padişahıın Ramazan ve Kurban Bayramı'nın ilk günlerinde Topkapı Sarayı'ndan getirilen altın tahta oturarak huzuruna kabul ettiği devlet ileri gelenleriyle bayramlaştığı salona verilen addı. Sözlerine gençleri kabul ettiği bu salonun anlam ve önemine atıfta bulunarak başlayan Cumhurbaşkanı, genç nesilleri ecdadının ihtişamı konusunda bilgilendirmek için olsa gerek, itinayla hazırlanmış soruları yanıtlamaya geçmeden önce salonun tarihinden, 4.5 tonluk avizenin kristal taşlarından, Cumhurbaşkanlığına bağlanan saraylardan söz etti. Bu sırada, zamanında Osmanlı’nın uluslararası toplantılar yapmak için kullandığı muayede salonunu kendisinin de aynı amaçla kullandığına ve salonun açılışının 163. yılında olduğumuza da değindi.
Atatürk’ün gençlere armağan ettiği 19 Mayıs’ın 100. yıldönümü kutlamalarının hemen öncesinde bugün Cumhurbaşkanı'na bağlanmış olan sarayların tarihinin Cumhuriyet tarihinden eski olduğuna dair bu hatırlatma Erdoğan rejiminin gençlere vaadini açıkça ortaya koyması bakımından dikkate değerdi. Konuşmanın devamında "Samsun öncesinde bugüne kadar gençliğe bir şey yapılmış değil" diyerek Dolmabahçe Sarayı'nda gençlerle bir araya gelişini "bir işaret fişeği, bir sinyal" olarak ilan ediyordu. "Peki, bu sinyal neye işaret ediyor?" derseniz, Cumhurbaşkanı bu sorunun yanıtını zaten açılışta vermişti: Böylesine önemli bir salonda gençleri ağırlamakla onlara ne denli önem verdiğini göstermişti. Konuşmanın devamında bedelli askerlik, her ile bir üniversite açılmış olması gibi bildik mevzular dışında doğrudan gençlere yönelik bir politika vaadi yer almadı. Ancak bu konuşmanın önemi yalnızca Erdoğan’ın 19 Mayıs öncesinde bir tür "gençliğe hitabeti" olmasında yatmıyordu. Bir kez daha ve net biçimde, AKP’nin 23 Haziran için ne söyleyecek yeni bir sözü ne de İmamoğlu’nun "her şey çok güzel olacak" kampanyasından aşırılmış "daha da güzel olacak" sözleri dışında kampanyasını taşıyabilecek bir sloganı olmadığını ve bundan sonra da olamayacağını gösteriyordu. Dahası, Erdoğan’ın bu konuşmasında yinelediği "Kürtlerin onun iktidarı döneminde cezaevinde Kürtçe konuşabildikleri" iddiasını bir seçim vaadi olarak ele alacak olursak, AKP’nin seçim öncesinde bir strateji değişikliğine giderek Kürtlerin oylarına talip olacağı ve yeni bir çözüm sürecinin başlatılabileceğine yönelik tahmin ya da temennilerin de gündelik politika bakımından bir karşılığının olmadığını görebiliriz.
Erdoğan’ın daha birkaç gün önce "karnını doyurduk, her türlü ihtiyacını karşıladık yine de oy vermiyorlar" diyerek işaret ettiği Kürt seçmene 23 Haziran öncesindeki seçim vaadi, bir kez daha "cezaevinde" Kürtçe konuşmak oldu. Aynı konuşmada İmamoğlu’nun kampanyasına destek veren sanatçılar da "O sloganı attıkları Haliç Kongre Merkezi’nin temelini ben attım" sözleriyle nankörlük suçlamasından nasiplerini aldılar. Ancak, seçim arifesinde nankörlükle suçlananlar yalnızca Kürtler, yardımlarla karnını doyurup yine de oy vermeyen fakirler ve sanatçılar değildi. Bir başka konuşmada TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu başkanına "Bir hafta önce ziyaretime geldin, sizlerle neler konuştuk!" sözleriyle çıkışan Erdoğan, mitili İstanbul’a atacağını ilan eden Bahçeli’nin başı çektiği beka söyleminin 23 Haziran öncesinde de aynı hızla sürdürüleceğinin işaretlerini vermekle kalmıyor, "Dışarıdan vuranlar vuruyor ama içeriden vuranlara günü gelir hesap sormasını da bilirim" diyordu. Bütün bunlar, sandığa gitmeyen seçmene yönelik birebir yürüteceği çalışmalar bir yana, Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın seçimleri açıkça dile getirilen tehditler ve nankörlük suçlamalarıyla daha da sertleşen bir söylem içinde karşılayacağını gösteriyor.
AKP’nin korkutarak seçim kazanma stratejisi 1 Kasım seçimlerinde işe yaramıştı. Ne var ki bu sefer, gençleri saraya toplayıp Osmanlı’nın saraylarını kendine bağladığının altını çizen Erdoğan’ın bütün bu ihtişam ve ritüellerle inşa ettiği "yenilmezlik" ve mutlaklık imgesi, ekonomik krizin yönetilemezliğine takılmış görünüyor. Büyüsü bir kez bozulmuş iktidarın elinde kala kala sandığa gitmeyerek veya açıkça oy vermeyerek desteğini çeken seçmene, iktidar şakşakçılığından vazgeçen sanatçılara ya da işler iyi giderken sırtını sıvazlayan sermayeye yönelttiği tehditler kalıyor. Korku duvarı bir kez aşılmışken bu tehditlerin bu sefer ne kadar işe yarayacağını, pek yakında göreceğiz.