Büyüyemeyen ‘kötü çocuk’lar, yaş alamayan kadınlar, Issız Adam V2018
Erkeğin her durumda ayrıcalıklı olup paşalar gibi motor koşturduğu ‘yol’, bitti. Beraberce yeni yollar keşfetmek gerekiyor.
“Kaybedenler Kulübü Yolda”yı dün izledim. Filme dair bazı duygu ve düşüncelerimi paylaşacağım. Esas bahsetmek istediğimse filmle birlikte yine gündeme gelen, hayattan zaten hiç düşmeyen Issız Adamlık müessesesinin Kaybedenler Kulübü fraksiyonundaki son durumlar.
Öncelikle ilk film, “Kaybedenler Kulübü”, Beat ruhu, 90’lar ruhu, Kadıköy vapuru, şehir sisi, yalnızlık izi, kaybedencilik lirizmi vb. içerdiği her tür cazip öğeye rağmen mesele kadınlara geldiğinde muhazafakar erkek egemen bakışla yer yer ancak lacivert tonu bakımından ayrışan bir filmdi, kabul edelim ki. Ve mesele kadınlardan hiç gitmiyordu. Hayatın ya da kaybedilen her neyse onun öcü alınırcasına, anlamsızlığa mıh çakılırcasına, sürekli seks ediliyordu. Olan bitenin ‘sevişmek’le pek ilgisi yoktu ancak yerine kullanılabilecek başka kelimeler cinsiyetçi baskınlıklarıyla rol çalacakları için böyle diyeceğim.
‘Seks etme’nin ya da aşk dışı seksin kötü, yanlış bir şey olduğu türünden bir ima yok burada. Ama işte, iki adet dünyayı yemiş bitirmiş, gözü seks (drugs and rock'n'roll…) dışında her şeye doymuş adamın kadın bedenleri üstünden yer yer ruh solduran hezeyanlarını da izliyorduk yani. Bu kısım çok sorunluydu ama Tolga Örnek’in yönettiği film bundan ibaret de değildi. Güçlü ve yenilikçi bir sinematografisi, ikincisine kıyasla zengin bir senaryosu, ruhu olan bir filmdi. İkincisine geleceğim, önce filmin iki ana karakteri aracılığıyla bohem ıssızların dünyasına yolculuk edelim.
Filmde hikâyeleri anlatılan Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk’un radyo programlarını hiç bilmiyorum. 6:45’se iyi bilip takip ettiğim bir yayınevi. Alt kültürü, Beat ruhunu günümüze taşıyıp sürdürme çabalarını önemli buluyorum.
Galiba filmin evrenine dair sıkıntı şurada: Kurumlar başta, her şeyle derdi olan küstahlık ve umursamazlık o ruhun bir parçası olsa da işin içinde ciddi bir toplumsal/siyasal arka planın olduğu 68’ler ve sonrası dönemde bu filmlerde tarif edilen özgür ilişkilenmeler, hem erkek hem de kadınlar için gerçek bir başkaldırıya dönüşebilirken bunun günümüze aktarılan hali Beat’in (Batı’nın) sırf seksini ama daha da eril bir bakışla almak gibi bir şey oluyor. Hayatın tümüne yayılabilen bir duruşla beslenmeyen, erkeği başrole oturtup kadını salt bedene, erkekliğin yan castına indirgeyen bu bakışın o bar hülyalılığı, kesmiyor. İsyanı da, lirizmi de sadece “söz” ve hatta “trip”ten ibaret hâle gelebiliyor.
Şahsen, o bar ıssızını öncelikle inandırıcı bulamıyorum. Yoksa aşk (ve seks) ilişkileri, bakışımız ne olursa olsun her zaman binbir çelişki barındıran konulardır. Söz gelimi dünyaya düşmüş en çekici adamlardan olan Marlon Brando’nun belli açılardan korkunç bir adam olabileceğine dair ipuçları var. Ama kadınlara bakışı yer yer çok sorunlu bir cazip kas yığınından ibaret olmadığı da açık. Oscar’ı reddetmekle kalmayıp ret mektubunu törene bir Kızılderili ile gönderen, inzivaya çekildiği yıllarda eve gelen faksları köpeğinin dilinden yanıtlayan çatlak ve gerçekten asi bir adamdan bahsediyoruz. Hemingway herhalde insanı sinir sahibi ederdi ama tüm o zıpkınla balık avlama, kadınlarla seri yatma ve sabah körü doncak daktilo başına geçip artiz artiz yazmaların arasında, hayatı gerçekten yaşamış, renkli bir adam ve yazar var. Bu konuda en sabıkalılardan Bukowski’nin bile bizdeki minik Bukowskicikler gibi çapsız bir herif olduğunu sanmıyorum. Filmin bütünüyle göndermede bulunduğu Jack Kerouac’ın da “Yolda” sırf içip içip seks etmemiş olduğu açık diye son ‘darbeyi’ vurayım…
Yani türlü türlü erkeklik olduğu gibi türlü bıçkın erkeklik de var. Bıçkınlığı da asiliği de erkek/kadın, severim, ruhun fiyakasıdır. Tüm bu tarihsel, kültürel birikimin Türkiye’nin, en geniş tanımıyla diyelim entelektüel tayfasına günümüze dek uzanan (genel) yansıması ise örneklemeye çalıştığım asi, bir şeyleri gerçekten aşmış ruhu, hayat ve kurumlarla gerçek bir barışmazlık halini değil cacıktan naneyi ayırır gibi sırf o bıçkın edayı almak olmuş gibi görünüyor. Tenzih edilecek kısım, elbette var, yaygın görüneni söylüyorum.
Bu arka sokak, alt kültürden beslenen kentli bıçkınmış-gibilik, maalesef üstüne bir de içselleştirilmemiş solculuk eklendiği zaman, sırf aşk ilişkilerinde değil iş ilişkilerinde bile can sıkıcı sonuçlar doğurabiliyor. Tek tek olumlu tüm düşünsel, siyasi elementler ego suistimali altında fena hale gelebiliyor. Arkayı toplamak genelde kadınlara düşüyor ve merhametten de itinayla maraz doğuyor, onu da söyleyeyim. Karşısındaki kadının da zeka, birikim vb. her bakımdan en az kendisi kadar güçlü, mert olabildiğini ısrarla görmezden gelip kendinden menkul bıçkınlığına şişirilmiş yeteneğini katarak kendini kafadan üstün, ayrıcalıklı konumlamakta ısrar eden entelektüelimsi erkek egosu hiç çekilir şey değil valla.
Çok örneği var… Hesabından sabah akşam Dalai Lama Türkiye şubesi gibi çiçekli lirikli, yaşam sevinçli, kişisel geliştirmeci özlü sözler paylaşan birinin şahsen hiç tanımadığı, yapıp ettiklerine bile belli ki pek hakim olmadığı bir kadına gecenin bir vakti kendini tutamayıp sosyal medya hesabından giydirmesi ve bunun görünür tek nedeninin bir kadının bir nebze öne çıkıyor oluşunun yarattığı haset olması gibi feci feci haller… Laf falan sokmuyorum, elbette başıma gelmişliği var ama şahsi değil anlattığım durum, sık sık başka kadınların başına geldiğini de görüyorum. İlk bakışta birikimli, oturup sohbet edebileceğin kişiler gibi görünüyor bunları yapanlar da. Ama belli ki amaçları genel olarak hayata, insana dair bir şeyleri anlamak, çözümlemek, paylaşmak değil sadece sarsılmaz bir hayran kitlesi edinmek. Almayayım, teşekkür ederim.
Bir erkeğe hayran olmaya karşı değilim! Umberto Eco’ya, Stephen Hawking’e, Humprey Bogart’a, Yaşar Kemal’e, Ralph Fiennes’a, zarafetle entelektüelliğin bir birleşimi olan Tanıl Bora hocama hayranım mesela ki bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Örnekler paragraf paragraf çoğaltılabilir, yok değil. Bu egodan ibaret, kendini hiç geliştirmeyen, hayranlığı doğal hakkı varsayan ve kadınlarla satır aralarından sızan ciddi sorunları olan tuhaf erkek formununsa, pardon ama, nesine hayran olacağım? Nerede o hayranlığın bolluğu? Sapyoseksüel falan da değilim icabında, sapyo bende de var, önce insan olunsun! (Höyt!)
Hayatlarındaki kadının zekasıyla, tercihleriyle gurur duyabilen erkeklerin zeka ve kavrayışı, şefkatli ve alan bırakan bir zeka, esas değerli olan o. Yoksa sırf zeka seri katilde de var.
Erkeklerde sorgulanabilir buldukları ‘aşk’a değil hayranlığa ve bunu garantiye alan durumlara fazla prim vermek, kadınlarda da biraz eli kalem tutan erkeğe fazlaca hayran olmak gibi bir eğilim olduğu için de dev bir yozlaşma yaşıyor ilişkiler. Eşit ve ‘akran’ ilişkisi günümüzde en az rastlanan şey mesela. Yazık değil mi?
Bunları elbette ki belli genellikler üzerinden yazıyorum, yanlış anlaşılmasın. Kimin kimi hangi yaşta tutturacağı belli olmaz. Ama yaş farkı aşksal bir denk düşme olmayıp yaygın kural halini alıyorsa orada bir sıkıntı vardır. Bu ikinci filmde mesela, kahramanlarımız kırkların ikinci yarısına geçmiş gibi, etraflarındaki kadınlarsa hâlâ taş çat otuzdan gün alıyor görünüyor. Sebep? Bonzai mi bu? Nasıl sen hayatta yürür gidersin ama partnerlerin hep aynı yaşta kalır?
Kaan’ın (Nejat İşler) o güzel bakışları olmasa o kulüp daha neler neler kaybederdi… Orta yaş krizinde hâlâ kendisiyle ve alkol sorunuyla yüzleşemeyen, genel olarak kızı yaşında insanlarla takılıp sabırla kendisini bekleyen ‘taş gibi bir hatun’un sponsorluğunda kaybetme sanatını icra eden Mete’de Yiğit Özşener yapılması gerekeni yapmış. Oyunculuklarda bir sorun yok, kadınlar, Hande Doğandemir, Merve Çağıran da gayet iyiler.
Murat (Rıza Kocaoğlu) ve Alper (Sarp Akkaya) karakterlerinin döndürdüğü ve Murat Menteş, Tuna Kiremitçi gibi yazarlara dair esprili bir durum üzerinden gelişen yayınevi sahneleri, hayli ekleme dursa da güldürdü beni. Ama ne yolun ne de hayatın kendisiyle çok ilgili görünen bu kendi içine kapalı, ayrıcalığını sürdürmekte çocukça ısrarcı erkek romansının en iyi yanı, ironik biçimde olanı olduğu gibi gösteriyor oluşu: Bu bar bohemliği, bu türden havalı erkeklik, krizdeki erkekliklerin başını çekenler arasında. Olmuyor, yürümüyor artık, büyüsü pul pul dökülüyor. Bu anlamda merhamet ve sempati bile duyabiliyorsunuz karakterlere!
Bu filmin iyi yanlarından biri, ilk filmdekine benzer biçimde yine kaybeden antikahramanla zıtlık oluştursun diye seçilmiş kariyer sahibi, ‘garantici’, akıllı ve düzen düşkünü kadın karakterin Kaan’a sıkı bir ters köşe yapması. Maalesef bu sille bir özeleştiri ya da geriye dönük bir empatiye dönüşmüyor. Kadının seçimi, bir başka erkek üzerinden tanımlanmasa da sonu aşırı belli bir ilişkide yıpranmak yerine kendi yolunda gitmek olsaydı, final daha güçlü olabilirdi.
Kahramanlarımızı bir üçüncü filmde tekrar görebilecek miyiz bilmiyorum. Ben yine izlerim. Siz de izleyin. Bir dönemi, belli erkeklik biçimlerini, hayatımıza öyle ya da değen bağlamlarda okuma/tartışma fırsatı sunan bu filmleri es geçmemek gerek. İçinde bulunduğumuz dönemde ilişkiler, seks, alkol içeren filmlerin yapılmaya devam edilebilmesinin de elbette bir önemi var. Ama sırf bu var diye lüzumsuz eril dil ısrarını, kahramanların hâlâ iki lafın birinde “pompa” deyişini, arkadaşlar arası “yatmadıysanız sahibi değilsin, kimin motoruna binerse onundur” türünden lise bir düzeyi erkek muhabbetlerini de artık bir zahmet, eleştirelim. Eleştirelim ki bu gibi şeylerin salonda azımsanmayacak kadın kıkırdamalarına sebebiyet vermesi üstüne de bir düşünelim. Çuvaldızı kendimize de batırabilelim.
Kadın-erkek, şapkamızı önümüze alıp bu erkeklik krizinden beraberce çıkmamızı, aynı sıkletteki kadın-erkeğin birbiriyle barışabilmesini, her şeyden önce de gelişmeye ve gerçek anlamda ‘konuşmaya’ açık olmamızı diliyorum. O erkeğin her durumda ayrıcalıklı olup paşalar gibi motor koşturduğu ‘yol’, bitti. Beraberce yeni yollar keşfetmek gerekiyor.