Daha çok küçükken nefret ettim o sorudan. “Büyüyünce ne olacaksın?” Ne bileyim ben, niye sorulur ki böyle bir soru? Ama yetişkin dünyası hep kendi mantığını merkeze ve norma oturttuğu için önceleri bir şeyler geveleme ihtiyacı hissederdim. Zordu da işim üstelik. Yazmak istiyordum, hikâyeler anlatmak, dünyalar kurmak istiyordum ama bunun meslek olarak karşılığı fazla iddialı bir şeydi. Hani, belli bir üniversiteyi bitirip yazar olamıyorsun ya… Mecbur, haksızlığa olan isyanımı ve havalı cübbeleriyle televizyon ekranında salınan o yabancı dizi kahramanlarını hatırlayıp “Avukat olacağım” derdim. Halen keşke olsaymışım diye de düşünürüm.
Büyüyünce ne olacağımız değil, büyüyünce bize ne olacağı daha önemli soruymuş. Yıllar bunu kanıtladı. Hayat boyu irade ve emeğin önemini bilerek buna göre davranıp sorumluluk alarak yetiştim ama bir de senin denetiminde olmayan şeyler var. Tesadüfler, koşullar, karşılaşmalar, tarih ve coğrafya. Mesele sana ne olacağı sorusu içinde ne olmayı istediğin yönünde karar vermen ve elbette sözünle özünün, niyetinle eyleminin uyum içerisinde olması. Ama malûm, tutarlılık ve güvenilirlik çok zor bulunan bir haslet.
'BEN ÇİRKİN BİR ESMERİM'
Kieslowski’nin yıllar önce yaptığı bir belgesele rast geldim sosyal medyada. Ağırlıklı olarak çocuklara ve gençlere “Kimsin sen? Ne istiyorsun?” diye sormuş. Sade, sağlam iki soru. Ve çocuklar her zamanki gibi en dürüst varlıklar. İşte birkaç yanıt: “Ben Waldek… Hiçbir şey”, “Bir çocuk… Syrene marka araba olmak”, “Bilmiyorum… Bir eve sahip olmak ve onu boyamak”, “Ben çirkin bir esmerim… Okulu bırakmak ve güzel bebeklerimin olmasını istiyorum.” Son yanıtı veren güzeller güzeli bir kız çocuğu bu arada. Böyle hissettirenler utansın.
Sonra aklım Friends ve Big Bang Theory dizilerine gitti bu bağlamda. Büyüyünce ne olunacağı konusunda. Çünkü sevilen ve klasikleşen bu iki sitcom dizinin büyümekle ilgili farklı önermeleri var ve ben birinden tarafım.
Friends, 1994 yılında yayınlanmaya başlayan ve 2004’e kadar toplam 10 sezon süren bir ABD komedisi. Dizinin yaratıcıları David Crane ve Marta Kauffman. Aradan geçen yıllara rağmen popülerliğini hiç yitirmemesi, oyuncu ekibinin yarattığı kimyanın ve inandırıcılığın neticesi. 20’li yaşlarında kişilikleri ve hayat hikâyeleri birbirinden farklı altı gencin New York’ta yaşadıkları hayata odaklanan dizide, hayatın acı-tatlı bütün deneyimlerine yer var. Dizinin başında oyuncu olmak isteyen Joey ve yazılım şirketinde çalışan Chandler bir daireyi, ahçı Monica ve garson Rachel karşı daireyi paylaşıyorlar. Anneannesi ile oturan Phoebe ve lezbiyen olduğunu anlayan eşi tarafından terk edilen Monica’nın ağabeyi Ross da Monica ve Rachel’ın evinden çıkmıyorlar. Sürekli vakit geçirdikleri Central Perk Cafe, bir diğer ortak mekânları. Biz de esasen bu karakterlerin on yıl içinde nasıl büyüdüklerine tanıklık ediyoruz.
Zengin bir ailenin kızı olan Rachel Green (Jennifer Aniston) diş hekimi sevgilisini nikâh masasında bırakıp kaçınca, liseden arkadaşı Monica’nın yanına yerleşip Central Perk Cafe’de garsonluk yaparak ayaklarının üstünde durmayı öğreniyor. Monica’nın kardeşi Ross liseden beri ona âşık. İkili yıllar içinde düşe kalka bir ilişki dener ve nihayetinde bebekleriyle birlikte aile kurarken Rachel da asıl tutkusu olan moda sektöründe başarılı oluyor. Yine de Rachel esasen küçük kadın oyunlarıyla kâh baştan çıkaran kâh kendine acındıran kâh da dürüst çıkışlarıyla hayatı sırtlamaya çalışan karışık bir karakter. Benim asıl aşkım Phoebe.
Ekibin en sıra dışı karakteri Phoebe Buffay (Lisa Kudrow) gençliğinde ailesinin yanında olmaması sebebiyle evsiz kalmış ve sokaklarda yaşamış. Hayvan hakları savunucusu, vejetaryen, farklı batıl inançlara sahip. Gitar çalıp şarkı söyleyerek para kazanmaya başlamış, şimdi de masör olarak çalışıyor. Dosdoğru bir karakter ve inanılmaz bir mizaha, bir de insanların ruhunu hissetme yetisine sahip. Sonradan bulduğu erkek kardeşi, yaş farkı büyük öğretmeniyle evlenip çocuk sahibi olamayınca, onlar için taşıyıcı anne olmayı kabul edip üçüzleri doğuracak kadar özel bu kadın, dizinin ilerleyen safhalarında Mike Hannigan karakteriyle en klasiğinden evlendiriliyor.
Ekibin temel direği, herkesin ev sahibi Monica Geller (Courtney Cox) şişman bir genç kız olarak geçirdiği yılların ardından zayıflamış ve ahçılığa başlamış. Tam bir denetim hastası. Çocuk sahibi olmayı istemeyen sevgilisi Richard’dan ayrıldıktan sonra, arkadaşı Chandler ile yakınlaşıp evleniyor ve çocukları olamayacağını anlayan çift ikiz kardeşleri evlat ediniyor. Paleontolog Ross Geller (David Schwimmer), akademik birikimiyle övünen, ailenin şımarık çocuğu. Joey Tribbiani (Matt LeBlanc) İtalyan asıllı, esprili, çapkın ve çocuksu bir karakter. Rachel’a âşık olan ve sevmeyi öğrenen Joey’nin Phoebe örneği varken, dizide evlendirilmeyen tek kişi olarak kalması da benim için muamma! Joey ile ayrılmaz bir ikili olan sivri dili, keskin mizahı ile dikkat çeken Chandler Bing (Matthew Perry), babasının kadın olmaya karar vererek kabare yıldızı olması ve ergenken evliliklerinin bitmesi sebebiyle travmatik bir çocukluk geçirmiş. Dizi bu açıdan eşcinsel ve trans hakları açısından dönemine göre ilerici bir tablo sunarken, konuları ve karakterleri derinleştirmediği için her şey yüzeyde kalıyor.
Dizinin son sezonlarına doğru çiftler belirginleşiyor ve herkes evleniyor. Hadi Monica ve Chandler’ı, Ross ile Rachel’ı anladım da Phoebe ile Mark niye evlenmeliydi, onu hiç bilemedim. Bu kadar özgün bir karakter neden en sıradan kadınlık kalıplarına öykünür, anlayamadım. Çiftler kendi aralarında görüşmeye başlarken, Monica Chandler tabii ki banliyöde geniş bahçeli, hani tam pembe panjurlu bir eve çıkar. Dizinin tek müzmin bekârı Joey için hormonlu çocuk niyetine bir oda ayırmışlardır ve ekip Monica’nın evine ait bütün anahtarları bırakıp “artık büyümüş” olarak, bir dönemin kapısını, o bomboş dairenin kapısı eşliğinde kapatır.
DÂHİLER DE ZORLANIR
Chuck Lorre ve Bill Prady tarafından geliştirilen ve 2007 yılından bu yana yayınlanmakta olan The Big Bang Theory’nin sınanmış arkadaşlıklarla kurulan alternatif komün hayatına verdiği karşılık ise tamamen farklı. Burada aslında ilk bakışta bağ kurabileceğimiz karakterler yok, zira çoğunluğu birer bilim dâhisidir. Ama bu üstün zekânın yanı sıra hayat içindeki dışlanmışlıkları, takıntı ve zaafları bizi onlara ruhdaş kılıyor. ABD’nin Kaliforniya Eyaleti, Pasadena şehrinde Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nde Leonard Leakey Hofstadter (Johnny Galecki) ve Sheldon Lee Cooper (Jim Parsons) biri deneysel diğeri teorik fizikçi olarak aynı üniversitede çalışmakta ve ev arkadaşı olarak yaşamaktadır. Kendi buluşları olan oyunlar eşliğinde yakın arkadaşları Howard Wolowitz (Simon Helberg) ve Rajesh Ramayan Koothrappali ( Kunal Nayyar) ile evde takılan ve hayli asosyal olan bu ekibe, karşı dairelerine taşınan sarışın, seksi, oyuncu olmak isteyen ve garsonluk yapan Penny (Kaley Cuoco) katılır.
Zaman içinde Penny ve Leonard, bütün zıtlıklarına rağmen sevgili olurken, durum komedilerinde sıkça rastlandığı üzere trajikomik olaylar eşliğinde karakterlerin gelişimine ve birbiri ile etkileşimine tanıklık ederiz. Bu dizide çarpıcı olan neredeyse birer karikatür halindeki karakterlerin bizi sürekli ters köşeye yatırması. Dizinin başında “aptal sarışın” rolünde olduğunu sandığımız Penny, Nebraska’da çiftlikte geçirdiği çocukluğu sayesinde aslında çok sağlam ve pratik zekaya dayalı bir hayat deneyimine sahiptir “erkek işi” denilen, hayatındaki tekmil dâhilerin içinden çıkamadığı işleri halletmektedir.
Dâhilerin en zorlusu, dizinin temel direği Sheldon Cooper, zekâsına ters orantılı bir gündelik hayat hezimetidir. Obsesif-kompulsif bozukluğu yüzünden arkadaşıyla sonu gelmez maddelerden oluşan bir ev kontratı yapan, kendi başına üniversiteye ya da başka bir yere gidemeyen, güne göre yemek, pijama düzeni ve tuvalet çizelgesi tutan, duygu denen şeyden habersiz bir vaka. Zamanının çoğunu bilgisayar ve konsol oyunlarına, dizi ve filmlere (özellikle Star Wars ve Star Trek) ve çizgi romanlara ayırır. Nörolog Amy Farrah Fowler (Mayim Bialik) Sheldon’ı zekası, sabrı ve sevgisi ile büyüleyen ve uyumsuz olanın bir tek kendisi olmadığını kanıtlayan bir karakter olarak sevgilisi olacaktır.
Hindistanlı zengin bir ailenin çocuğu olan astrobilimci Dr. Rajesh Koothrappali, dizinin başlarında alkol içmeden kadınların yanında konuşamazken, sohbet edebildiği ilk kadın tabii ki Penny. En yakın arkadaşı, ekibin ayrılmaz parçası yüksek mühendis Howard Wolowitz ise dokuz yaşındayken babası gittikten sonra halen annesiyle yaşayan, kadınlara asılan ama yapayalnız Yahudi bir gençtir. Dizide etnik, dini her türlü kimlikle dalga geçilir, çünkü arada bu samimiyeti kaldıran bir bağ vardır. Howard, zaman içinde mikrobiyolog Bernadette Rostenkowski (Melissa Rauch) ile evlenir. Kaybettiği aileyi kurduğu ile sağaltır ama küçük tuhaf cemaat hep seçilmiş ilk aile olarak varlığını korur.
Bu seçilmiş aile içerisinde Penny ve Sheldon arasındaki ilişki benim için Penny ve Leonard arasındaki aşktan çok daha kıymetli. Burada koşulsuz bir güven, sevgi, anlayış ve koruma içgüdüsü var. O kadar ki Sheldon, içinden çıkamadığı bir derdi olduğunda en yakın arkadaşı Leonard’a ya da sevgilisi Amy’ye değil Penny’ye açılıyor. Birbirine bu kadar zıt iki karakterin emekle ve temkinle kurdukları sevgi insanın içini ısıtıyor.
Penny, Amy ve Bernadette kariyer, aşk ve kadınlık hallerini, birbirlerinin en zayıf noktalarını farklı yönlerini öğrene yanıla birlikte deneyimlerken güldürdükleri kadar düşündürüyor. Sheldon, Howard, Leonard ve Raj da bilimin farklı alanlarında kariyer inşa ederken kâh rekabet kâh dayanışma içinde türlü sınavlar veriyor.
Ancak tüm bunlardan bağımsız olarak dizide asıl bir nokta var ki, onu benim için Friends’ten çok daha üstün kılıyor. Elbette yıllar içinde ilişkiler ve yaşam koşulları değişiyor. Leonard ve Penny evleniyor ama Sheldon’ın değişiklikler konusundaki inanılmaz korkusunu bilen Penny, karşı dairede ya da başka bir evde hayat kurmak yerine bir geçiş süreci gözetip haftanın altı günü Sheldon’ın dairesinde, Leonard’ın küçücük odasında kalıyor. Sheldon ve Amy de bütün romantik klişelere inat, takıntıları ve korkularıyla büyümüş iki insanın özeni içinde inşa ediyorlar ilişkilerini.
Nihayetinde bu çılgın, deli-dâhi insanlar, olanca samimiyeti ve ışıltısı, azmi ve mizahı ile Penny, kadınlık algısını ters yüz eden, inancı ve emeğiyle Sheldon’la en sahicisinden bir dostluk ve aşk kurabilen Amy bana daha yakın kaldı. Üstünlüğü içinde kırılgan, kırılganlığı içinde güçlü insanlar. Heteronormatif kalıpları görece esneten ekip, performans ve imaj odaklı neo-kapitalist düzende kendiyle ve birbiriyle dalga geçme alışkanlıklarına, tuhaf oyunlarına, hayal dünyalarına sadık kalıp büyümediler, hep biraz çocuk kaldılar.
Kieslowski’nin belgeseline geri dönecek olursam… Melankolik bakışlı bir genç konuşuyordu. “Kimsin sen? Ne istiyorsun?” “Ben yetimhanede büyüdüm. Herkesin mutlu bir çocukluk geçirmesini istiyorum. Çocuk olmak çok güzel bir şey.”
Büyümeyenlere selam olsun…