Çaresizlik, sefalet, güvencesizlik karşısında gülümseyen, ışık ışık aydınlık bir çift göz... Kalbi tüm coğrafyamızı kaplayacak kadar büyük bir çocuk… “2022’den beklentin ne?” diye soran El Cezire muhabirine, tüm mahcubiyetiyle “çadır” cevabını veriyor.
Çocuklar, kimi yoksunlukları yetişkinlerden daha doğru anlatıyor; dünya dev bir yara halini almışken önlerine konan kâğıt ve ellerine tutuşturulan boya kalemleriyle kendilerini sağaltacak vahaları resmediyorlar.
Bu esnada kilometrelerce uzakta kış vakti Birleşmiş Milletler’in sığınmacılara gönderdiği iki gıdım yardım kolisine göz dikilirken, sosyal medya trolleri “Suriyelileri diri diri yakan arkadaşların elini öpeyim” diye tweetler yazarken, farklı coğrafyalardaki çocuklar da, her gün biraz daha acımasızlaşan, hırçınlaşan, kendinden olmayana dünyayı zindan etmeye and içmiş bir ekosistemde yaşama tutunmaya çalışıyorlar.
Bir yandan Rusya, İran ve rejim güçlerinin acımasızca saldırıları, diğer yandan dini motifli terör örgütleri ve silahlı gruplar arasında kalıp can havliyle İdlib’deki çadır kentlere sığınan bir Suriyeli ailenin 10 yaşındaki küçük kızı Shahd’ın soğuktan battaniyelere sarınmış halde dile getirdiği bu tek kelimelik dilek karşısında insan kendine dert edindiklerinden uzunca bir süre utanıyor. Küçük kızın çakmak çakmak bakan gözlerinden “bizi duyun” çığlığı yükseliyor.
Değeri fazla bilinmemiş kadın yazarlarımızdan Ayla Kutlu’ya romanlarında anlattığı göçler konusunda kendisini neyin motive ettiğini sorduklarında, “vatan yitirmenin anlamını çözmeye çalışmak” yanıtını vermişti. Çocuklar vatan yitirmenin anlamını bazen bir çadır, bazen baba hasreti, bazen de çok özlediği çikolatalı gofreti yiyememek üzerinden çözmeye çabalıyor.
Çetin kış şartları bir cellat misali sallarken kılıcını, top atışları arasında kuş sesleri duyulmaz olmuşken, bir hafta önce yaşanan sağanak kaplarken İdlib kırsalını, eşitsiz bir toplumda yaşadığının erken yaşta ayrımına varmış ufacık bir çocuğun kocaman kalbini umut kaplıyor: “Ya bize bir çadır verirlerse yeni yılda?”
Düşleri gerçekleşsin diye kalbinden kocaman bir umut fırlatıyor ekrana. Çünkü acı, sadece gidenlerin değil geride kalanların da tırnak içine alıp yaşadıklarıydı.
Annesini, babasını, kardeşini, en kötüsü de umudunu bu kördüğüm içinde yitiren, öksüz ve yetim kaldıkları için yıllardır hiç kimsenin öpüp koklayamadığı, yetersiz beslenmeyle avurtları çökmüş çocukların hıçkırıkları gökyüzünü kaplıyor.
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor…" derken ne kadar haklıydı büyük şair Edip Cansever.
Ama bir yandan da küresel siyaset bir cellat misali sallamaya devam ediyor kılıcını. “Dünya bu çocuklardan vazgeçti mi yoksa” dedirtircesine… Çünkü coğrafyanın laneti, bir çadıra sığamıyor, büyüyor da büyüyor.
Çadır demek, göçebelik demek. Umudun da, öfkenin de, yalnızlığın da geçiciliği, hiçbir yere tutunamaması demek. Yıllar önce çadır kentlerden birinde soğuktan gözleri açık halde donarak ölen bir çocuğun hatırasını saygıyla ve hüzünle anımsamak demek.
On birinci yılını doldurmasına birkaç ay kalan bir iç savaşta, çocukların iyi olma halinin en önemli göstergelerinden biri olan “sağlıklı barınma hakkı” yok sayılıyor ve dünya Shahd’ın Suriye’de kendi evinin bahçesinde salıncağa binme ve geceleri bomba seslerinden azade bir şekilde başını sıcacık yastığına koyma hakkının hiçe sayılmasına seyirci kalmaya devam ediyor. Thomas Hobbes’un ta 17. yüzyılda söylediğini yinelercesine, savaşın ortasında kalan çocukların da hayatı “yalnız, yoksul, kötü, vahşî ve kısa süreli” olmaya devam ediyor.
Bir çocuğun gözünde savaşın bir mantığı yok. Ama çadır onu çevreleyen mekanın, algı çerçevesinin ta kendisi. Çünkü çadır demek mücadele demek. Onun kendi gerçekliği demek. Banyo yapabilmek için tüm çadırdakilerin dışarıya çıkarılması demek. En temel ihtiyaçlarını bile istediği zaman, istediği hız ve koşullarda yapamamak demek. Ateş altında yaşamak ve hayatta kalmak demek… Çadır kente zifiri karanlık çöktüğünde karanlıktan korkmamayı öğrenmek demek… Bu koşullar altında yaşayan bir çocuk nasıl korur ki çocukluğunu?
Çadırın orta yerinde her yanı paslanmış bir soba duruyor. Shahd’ın tüm ailesi bu çadıra sığma telaşında. Shahd da soğuktan donmuş parmaklarını ısıtıyor gün içerisinde sobada. Tenekelerde gaz yağı da yakıldığı oluyor ısınma telaşında…
Son iki yılda Türkiye’nin İdlib ve Azez bölgelerinde inşa ettiği briket evlerin bir kısmı tamamlanıp ihtiyaç sahiplerine teslim edilmişken, birçok aile de derme çatma bez yığınlarından ibaret olan çadırlara hayatlarını yapboz parçalarıymışçasına birleştirip sığdırmaya uğraşıyor.
Çadır ahalisi yağmur yerine kar yağmasını bile yeğliyor, çünkü yağmurdan sonra yaşanan seller çadırları da basıyor, uyurken üstlerine sürekli yağmur suları akıyor ve hayat daha da katlanılmaz hale geliyor. Çadır dile gelse, Suriye iç savaşının başından beri yerinden edilmiş 13 milyon sivilin yorgunluğunu kim bilir nasıl betimlerdi?
Shahd’ın tek dileği, yağmur karşısında onu koruyup kollayacak, pamuklara saracak bir çadır… Onun için çadır demek, sular altında kalmamak, şiddetli bir rüzgar karşısında yıkılmamak, öğretmeninin verdiği ödevleri üşümeden, ıslanmadan yapmak demek. Çadır ısınmak demek. Un çorbasından başka bir şey içebilmek, haftada bir “anne köftesi”, şanslıysa yanında yaşıtları gibi kızarmış patates yiyebilmek ise, bir sonraki yıla ötelenmiş bir dilek…
Ayla Kutlu’nun o güzel sözüyle, “Göç büyük şeydir; insanın ufuk çizgisinden aşağı düşmesidir.” Çadır, yerinden edilmiş çocukların ufuk çizgisinden yukarı tutunması için bir yeni yıl dileğidir. Ve bu metaforun ardında uluslararası topluma yöneltilen bir yardım çığlığı gizli aslında: “Bizim yaşamsal ve gelişimsel haklarımızı gözetin!” Duymasını bilene…