Dünya çapında açılışını Sundance Film Festivalinde yaptıktan
kısa bir süre sonra Netflix kanalından bize sunulan ‘Velvet
Buzzsaw’ sadece cafcaflı ve çok değişik anlamlara çekilebilecek
ismiyle bile merak uyandırıyor. Üstelik filmin yönetmen koltuğunda,
daha önce ‘Roman J. Israel’ (2017) ve özellikle ‘Nightcrawler’
(2014) gibi gerçekten ilgi çekici, ticari sinemanın klasik
kalıplarının dışına taşan ancak bunu yaparken de seyir keyfinden
hiç ödün vermeyen Dan Gilroy’un olması ve bu sefer ‘gezindiği’ alan
olarak ‘çağdaş sanat’ dünyasını seçmesi kuşkusuz ‘hiciv, sosyal
taşlama ve ağır eleştiri’ gibi şeyleri seven yönetmene ‘rahat’ ve
‘uygun’ bir ortam sağlıyor.
Yönetmen, ‘Nightcrawler’ filminde oyuncu Jake Gyllenhaal’la
yaptığı ilk işbirliğinde ‘Üçüncü sayfa’ haberciliğine ve etik
değerlerine acımasız bir bakış atarken, bu sefer aynı şeyi ‘çağdaş
sanat’ dünyasında yapmak istiyor. Buna karşılık filminin giderek
‘korku’ hatta zaman zaman ‘slasher’ türüne kayması sanki ilk
yarısında bu tür filmlerin uzağında olmak istediği izlenimi veren
senaryo yapısıyla ‘kopuk’ gibi duruyor. Ancak son kertede bizce
‘Velvet Buzzsaw’, ‘sosyal hiciv’ yanı taşıyan ancak ağırlıkla
‘korku’ ve ‘thriller’ türleri arasında salınan, şaşırtıcı, bazen
sürükleyici ama özellikle ikinci yarıda, merkezine koyduğu renkli
çağdaş sanat ortamının tam hakkını veremeyen bir yapım…
Morf Vandewalt, 40’lı yaşlarda, Los Angeles başta olmak üzere
Amerika’nın değişik şehirlerindeki çağdaş sanat sergileri üzerine
yazan etkili, tanınmış ve acımasız bir sanat eleştirmenidir.
Arkadaş çevresini, genelde iş ilişkisi olan sanat galerisi sahibi
Rhodora Haze, sergi küratörü Gretchen ve Rhodora’nın asistanı
Josephina gibi kişilerden kurmuştur. Los Angeles’da yoğun ve önemli
bir sergi sezonu sürerken, Josephina’nın, kimsenin tanımadığı üst
komşusu evinde ölü bulunur. Muhtemelen eceliyle ölmüş olan bu
adamın evinde sakladığı resimlerinden etkilenen Josephina çok
geçmeden patronu Rhodora ile beraber Dease adındaki bu ressamın
resimlerini sergilemeye ve inanılmaz fiyatlara satmaya başlar.
Ancak Dease tablolarının psikolojik etkileri Morf’da rahatsızlık
yaratır ve sonrasında başlayan ölümler, bu resimlerin göründüğünden
çok daha tehlikeli olduğunu gösterecektir.
ÇAĞDAŞ SANAT DÜNYASINDAKİ ÇÜRÜMÜŞ İNSANLAR…
Yönetmen Dan Gilroy daha ilk görüntülerini sunarken, göz attığı
dünyanın ve tanıttığı karakterlerinin sadece bir ‘sistem’ ve bu
sistemin ‘çarklarının’ temsilinden fazla olacağının sinyalini
veriyor. Örneğin Robert Altman gibi büyük yönetmenler sinema, sanat
veya Amerika’nın orta sosyal tabakasından kesitler sunarken, bu
‘toplulukları’ derinlemesine işlerler ve çizdikleri gerçekçi
karakterler (gerçek hayatta olduğu gibi) birçok değişik mizaca ve
özelliğe sahiptir.
Dan Gilroy ise bu daldığı sanat dünyasına çok daha sert, soğuk
ve mesafeli bir giriş yapıyor. Ancak bu ‘mesafe’, ortamın ve
karakterlerin yeterince tanıtılmaması veya çok az tanıtılmasından
değil aksine hepsine yaklaştıkça ne kadar çıkarcı, bencil, riyakar
ve birçok insani değerden yoksun olduklarını anlamamızdan
oluşuyor.
‘Velvet Buzzsaw’ın başkarakteri sanat eleştirmeni Morf, itibar
gören hatta olumsuz eleştirilerinden ‘korkulacak’ kadar etkili
ancak komplekslere sahip, snop, özel hayatına soktuğu kadın ve
erkeklere işi dışında önem vermeyen ve ‘acımasız’ bir bakışı olan
bir sanat eleştirmeni… Onu etrafında dolanan, bencil ve sinsi
galeri sahibi Rhodora, yeni bir sanat yönetmenliği işine
başlayacak, yükselme peşinde koşan ve çıkarcı Gretchen ve pahalı
ressamları kapmaya çalışan John gibi birçok yan karakter bu
ışıltılı, gösterişli ve derinlikli görünüşteki sanat dünyasındaki
çıkar çatışmalarını, daha çok para kazanma hırsını, sanatı ticarete
dönüştürme gibi birçok etik değerin çöküşünü temsil ediyorlar. Buna
rağmen her birinin dalında çok başarılı olması, ‘bu dünyanın
gerçeği’ gibi de sunuluyor…
DAHA ÇOK FANTASTİK, DAHA AZ SANAT…
Filmdeki olayların merkezini temsil eden çağdaş sanat galerileri
veya müzeleri çoğu zaman seçkinci ve hatta ‘sosyetik’ bir hava
taşısa da bu ortamda her zaman birisinin ‘kuyusunu kazma’,
‘arkasından iş çevirme’ veya ‘rakibine çalım atma’ gibi ‘vulgaire’
olaylar da eksik olmuyor.
Tabii bu ortamlardaki konuşmalar ve yorumlar da bazen karikatür
düzeyine inse de zaman zaman hoş bir kara mizah ve kinaye taşıyor.
Örneğin aklımıza gelen ilk sekanslar olarak Morf’un bir tanıdığının
cenazesinde, tabutu ucuz ve demode bulmasını veya işin sanat
düzeyini pek anlamayan bir galeri sahibinin, atölyede ortaya
bırakılmış birkaç çöp torbasını bir ‘enstalasyon’ sanmasını
sayabiliriz.
Aynı şekilde Morf ve Rhodora arasındaki sanat dünyası üzerine
değerlendirmeler ve yorumlar da (‘her sanat tehlikelidir!’, ‘Biz
mal değil algı satıyoruz!’…) zaman zaman diyalog kalitesi ve
orijinalliği açısından güzel ışıltılar veriyor.
‘Velvet Buzzsaw’ ne zaman ki sanat dünyasındaki gezinmesine ara
verip ortalıkta Dease resimlerinin elden ele geçmesini ve bir virüs
gibi her ressama, galeri sahibine, sanat eleştirmenine,
koleksiyonere bulaşmasını, yapışmasını anlatmaya başlıyor, o zaman
film asıl doğası olan ‘korku’ ve ‘slasher’(yani kan ve şiddet)
özünü göstermeye başlıyor. Dease’in başta görsel illüzyon gibi
görünen ancak giderek daha tehlikeli hale gelen tablo içindeki
‘kıpırdanmaları’(!), kuşkusuz filmin o zaman kadarki ‘tanıtıcı’
bölümünü ikinci plana atmıyor ancak yine de hikaye tamamen başka
bir havaya bürünüyor. Hatta senaryonun asıl ilk ‘ölümle’ ayağa
kalktığını kabul edersek bunun biraz geç geldiğini bile
söyleyebiliriz.
Filmde biraz ‘ayak sürüyerek’ gelen ama etkileyicilik olarak tam
hedefini tutturan bu ilk ‘ölüm’ filmi, belki ‘heyecanlandırma’ ve
‘sürükleyici olma’ açısından daha üst bir seviyeye taşıyor ama arka
planı oluşturan ve yönetmenin önem verdiği ‘eleştirel boyutu’ da
ister istemez zayıflatıyor. Yönetmenin önceki filmlerinde ve
özellikle ‘Nightcrawler’da ortaya koyduğu medya eleştirisi ve
bundan beslenen ‘Üçüncü sayfa’ haberlerinin ucuzluğu, sansasyon
yaratma ve kan gösterme merakı gibi vicdani zaaflar burada giderek
görünmemeye başlıyor. Çağdaş sanat dünyasının belki medyanın bu
türü kadar hız ve şiddet eğilimli olmasını bekleyemeyiz. İki filmde
de insanların hırsı, rekabeti ve kıskançlığı, ahlaki değerleri
benzer olduğu halde, bu filmdeki fantastik, korkutucu, ürpertici
hava bazı açılardan filmi biraz daha ‘çocuksu’ kılıyor. Başka bir
deyişle ‘Velvet…’da neredeyse bütün karakterlerin benzer biçimde
‘abartılı’ derecede antipatik olması, gerçekçiliği biraz zedeliyor;
olayların giderek daha uçuk hale gelmesi ve cinayetlerin vahşiliğin
artması anlık olarak şaşırtsa da o zamana kadarki dünya içinde
yerini bulmakta zorlanıyor ve ölümler arasındaki süreler azaldıkça,
film ‘sanatsal cinayetlerle’, ‘sanat dünyasında gerçekleşen
cinayetler’ temaları arasında seçim yapmakta zorlanıyor.
ÇEKİRDEK KADRO BULUŞMASI…
Film her ne kadar bazı konularda ipin ucunu kaçırmış olsa da,
değindiğimiz diyalogların kalitesi, karakterlerin katmanları,
hikayedeki akıcılık ve başarılı oyunculuk performansları kuşkusuz
Dan Gilroy- Jake Gyllenhaal- Rene Russo üçlüsünün tekrar bir araya
gelmesinden kaynaklanıyor. Zaten daha önce duygusuz ve benmerkezci
iki ortağı başarıyla canlandıran Gyllenhaal/Russo ikilisi,
aralarında oluşmuş kimyayı bu filme de taşımayı başarıyorlar.
Onlara eşlik eden ve giderek ‘masumiyetini’ kaybeden Josephina
rolünde Zawe Asthon, bir kez daha korku ve endişeyi rolüne başarılı
bir şekilde yedirmeyi başaran Toni Colette ve özellikle ‘Stranger
Things’ dizisinden hatırladığımız genç oyuncu Natalia Dyer, Coco
rolünde etkileyici portreler çiziyorlar. Son olarak ufak bir rolde
de olsa usta oyuncu John Malkovich de görmek her zaman keyif
verici…
Sonuç olarak Dan Gilroy, özünü kaybetmemeye çalışarak en
gösterişli filmini çekmiş… Bu sefer filminde kullandığı korku ve
şiddet dozu, işlevsel olarak sorunsuz gibi görünse de dediğimiz
gibi eleştirel yanı biraz rafa kaldırıyor. Ancak bu bile filmden
keyif almamıza tabii ki engel değil!
Yönetmen: Dan Gilroy
Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Rene Russo, Zawe
Ashton, Natalia Dyer, Toni Colette, John Malkovich, Billy
Magnussen, Daveed Diggs, Mig Macario…
Ülke: ABD
