Sanatın bağımsızlığı ve ifade özgürlüğünü 'güvence' altında tutmak, ondan maddî, sembolik prestije yönelik menfaat sağlayanların iradesinde. Keza daha baştan, şapkayı önümüze koyalım: Bundan, sanat eleştirisi de nasibini alıyor veya âmiyane tabirle, işine geldiğince 'nasipleniyor'.
Günümüz sanatında gerek sanat 'pratisyenleri', gerekse 'teorisyenler', bağlı oldukları galeri, müze, inisiyatif, kurum veya dernek ile eğitim kurumunun kendilerine dolaylı dolaysız dayattıkları ideoloji, muhafazakârlık, kurum kimliği veya sözde 'çalışma ilkeleri'nin dışına çıkmaz veya çıkarılmaz hale getiriliyor. Büyük bir pişkinlik içinde veya 'Aman canım, hele hele şu devirde bana bir şey olmasın da...' zihniyetiyle, bu duruma gıkını çıkarmayan veya buna mecbur kılınmış birçok kültür ve sanat emekçisi bulunuyor. Son yıllarda yaşanan KHK vakaları veya tutuklu sanatçı, gazetecilerin hikâyeleri de buna örnek verilebiliyor.
Tabii, işin ucunda, konkordatonun bir 'fiilî' hali diyebileceğimiz, tüzel kişiliğin aylık belli maddî miktarlarla yaratıcı-üretici kesimi, güzel kişiliği alenen kendine bağımlı kılma lüksü var. Bildiğimiz gibi kısaca, 'konkordato' bir şirketin borçlarını ödeyemeyecek duruma gelmesi, bunu ilân etmesi ve sonrasında alacaklıların, alacaklarına belli bir plana göre tahsil için kendi aralarında yaptıkları anlaşmaya deniyor.
Bu açıdan yorumlamaya kalkınca, bizde de eğitim kurumları, müze, galeri veya yayınevleri ya da kültür sanat alanının hemen hemen tüm kolları, çalışan kültür emekçilerini, süre giden krizi mazeret ettikleri büyük yoksunluklar parantezinde ekonomik ve etik olarak rehin tutuyor.
Tam bir ara bölge diyebileceğimiz basının bugün geldiği nokta ise, zaten hepimizin malûmu. Taraflar giderek keskin, uzlaşmaz, ketum, radikal hale getiriliyor. Herkes müziğin sesini açıyor, ama kimse kimseyi ne dinliyor, ne uyarıyor veya ne de tenezzül edip, ötekinin maksadına odaklanıyor.
Bu yüzden, en azından insan hakları ve demokrasi gibi parantezlerde, uzlaşma veya çözüme yönelik 'organik' hakikat veya özgün yaratı örneklerine erişinceye değin, belleğimiz ve duyularımızı mevcut imge ve enformasyon kirliliğinden, sahtekârlığından defalarca arındırmamız gerekiyor.
Bu da, samimi, hakiki 'freelance' bilgi, kültür ve eleştiri üretiminin daha başta kısırlaşmasına, böylece de kimsenin kimseye bulaşmaksızın aynı 'teraneyi sürdürmesine' neden oluyor. Böylece de kültür ve sanat ile bilgi üretiminde varlık gösteren kişilerin hak, birikim ve eylemleri, kurum veya tüzel kişiliklerin neredeyse mülkiyetine geçmiş bulunuyor. Yaratıcılık, doğmadan barkodlanıyor, öldürülüyor.
Güzel sanatların mevcut 'konkordato' atmosferini biraz daha deşmek üzere, 'tüzel' sanatlardan, farklı bakış açılarına dayalı olarak vermeye çalışacağım bir iki sorgulayıcı örnekle, bu haftaki gevezeliğimizi netleştirelim:
A sanatçısı, ekseriyetle devletin, dini vakıf veya kurumlar ya da burjuvanın satın aldığı yerli-yabancı B müzesinde veya koleksiyonunda bir yapıtı bulunduğu için ilgili müzenin eleştirisini veya muhalefetini, verdiği söyleşi, kayıt altına aldığı her türlü entelektüel bilgi ekseninde ne ölçüde cesaret ve şeffaflıkla yapabiliyor?
A sanatçısı, B müzesinde bir yapıtı bulunduğu için her mecliste ilgili müzenin veya temsil ettiği tüm tüzel kişiliklerin 'kör gözüm parmağına' hak savunucusu olmak zorunda mı?
A sanatçısı, demediğini bırakmadığı bu 'büyük resimde' yine dolaylı veya dolaysız ilişkiler yoluyla B müzesinde/koleksiyonunda dahil olan emeğinin teşhirine göz yummakla, bir 'sahtekâr', bir 'işbirlikçi' mi sayılmalı?
Kültür ve sanat alanında binbir sıkıntı içinde hizmet veren B dergisi, gazete veya sosyal medyası, periyodik gündemini tıpkı basının maruz kaldığı ekonomik, etnik ve siyasal bağımlılıklara göre üretmeye mecbur mu? Yazar ve eleştirmenlerine 'editoryal müdahale' adı altında, 'bunu yapmazsan yok sayılırsın, aç bırakılırsın,' mealinde bir kibarlık ile içerik dayatma hakkına sahip mi?
C yazarı, sanatçısı veya teorisyeni, Türkiye dışındaki üretimi ve yansıttığı politik, estetik ve akademik kimlik ile ülke içindeki arasında yüzde yüz bir tutarsızlık olduğunu bildiği halde böyle davranmaya devam etmek zorunda mı?
A koleksiyoneri, küratörü veya sanatçısının, zaten piyasa rekabeti ile kavrulan narsisist/egosantrik dokunulmazlığını aşmak için, PR 'prezervatifi' kullanılmayan açıklık, yabanıllıkta, özellikle de bu figürlerin rızası dahlinde nasıl bir medeni iletişim ve eleştiri zemini kurulabilir?
A sanatçı, mimar, tasarımcı, küratör veya eleştirmeni aynı anda dört-beş kurumla çalışıp, bir yandan bağımsızlığını nasıl ispatlar?
Bunları düşündüm, çünkü geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. İlber Ortaylı Kültür ve Turizm Bakanlığı Danışmanı oldu.
Düşündüm, çünkü Ortaylı, Aydın Doğan'ın vaktiyle sahip olduğu, şimdilerde ise hükümete yakınlığı ile bilinen medya grubunun 'amiral gemisi' Hürriyet gazetesinde iki yıl önce bir yazı kaleme almıştı.
Ortaylı, şu an Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde inşası devam eden 'Çağdaş Sanat Müzesi'ni , Tophane Nusretiye Camisi üzerinden yazdığı satırlar arasında, kendisi de aynı üniversitenin ilgili bölümünden 1986'da mezun mimarı Emre Arolat'ı, ismini anmaksızın şöyle eleştirmişti:
“Bu yapı 1826’da inşa edilmiştir. II. Mahmud Han’ın İstanbul halkına hediyesidir. Osmanlı barokunun hatta rokokosunun temsilcisi sayılabilir. Mimarı, Amira sınıfından Kirkor Balyan’dı. Bizim çocukluğumuzda dahi Tophane’nin egzotik görünümünün bir parçasıydı. Derken Menderes devrinin kaba binaları rıhtımı doldurdu.”
“Hâlâ yıkılamayan antrepolarla denizcilik bankasının çürümüş tesisleri ne zaman ortadan kalkacak derken, bu millete güzel sanatlar ve mimariyi öğretmesini istediğimiz Mimar Sinan Üniversitesi, bir garip binayı getirdi, caminin yanına dikti.”
Camii demişken, Büyükçekmece Belediyesi ve Sancak Grubu işbirliğiyle Emre Arolat Mimarlık’ın projesi olarak yaptırılan Sancaklar Camii ise, RIBA Uluslararası Mükemmellik Ödülü’nü (2018) Royal Institute of British Architects’den (RIBA) aldı ve en iyi 20 yapıdan biri oldu. Bu yapı, Arolat tarafından Hz. Muhammed'e ilk vahyin gönderildiği Hira mağarasından esinlenerek üretilmişti.
Arolat, yakın geçmişte bu yapı ile ilgili kapsamlı bir söyleşi de vermişti.
Ve müze, mimarlık ve ekol demişken bir iki soru-yanıt daha sorayım:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi - Sanayi-i Nefise Mektebi'nin kurucusu (1883) olarak bilinen ressam, arkeolog, müzeci, hukukçu ve tarihçi Osman Hamdi Bey'in "Kaplumbağa Terbiyecisi" tablosunun 1906 versiyonu, bugün, Pera Müzesi'nin baş köşesinde yer alıyor.
Kendisinin bu tabloyu 1869 tarihli, Belma Simavi koleksiyonunda yer alan bir Japon gravür yapıtından esinle ürettiği de bugüne uzanan yorumlar arasında başı çekiyor. Bu arada Açık artırma usulünce 2004'te yapılan müzayedede TMSF'nin satışa çıkardığı "Kaplumbağa Terbiyecisi" 5 milyon liraya Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi tarafından satın alınmış idi. Yapıtın bugünkü değerinin ise 15 milyon TL olduğu düşünülüyor. Eserin ikinci versiyonu ise Simavi koleksiyonunda ve yaklaşık değerinin 6 milyon TL olduğu tahmin ediliyor.
Buradan hareketle, böylesi 'ulusal' bir değer olarak kabul ettiğimiz Osman Hamdi Bey'in 1901 tarihli 'Mihrap' tablosunun şu an hangi koleksiyonda olduğu ise meçhul, bilindiği gibi bu tabloda, genç, başı açık, saray kostümlü, alımlı bir kadın, yerdeki eski Türkçe - kimi rivayete göre dinî metinlerin yer aldığı - bir atmosferde betimlenmişti.
Prof. İlber Ortaylı ve tüm hüküm sahiplerinin, bu tabloyu hangi müze ve atmosferde yerli ve millî hafızamıza mal edeceklerini halen merak etmekteyim.
'Büyük tablo'ya bu hafta da bir iki örnek üzerinden, buradan bakalım istedim: 'Mihrap'ım diyerek, meraklısına 'çıkan kısmın özetini' de şöyle iletelim.