Çağhan Kızıl: Alzheimer hastaları sosyal hayattan koparılmamalı
Alzheimer üzerine araştırmalar yapan genetik ve nörobilim uzmanı Doç. Dr. Çağhan Kızıl, Alzheimer’ın patolojik ve genetik temelleri olan, ancak henüz tedavisi bulunmayan bir hastalık olduğunu söylüyor. Kızıl, tanı konma evresine gelindiğinde çok geç kalınmış olan Alzheimer’a yakalanma riskini azaltmak için fiziksel olarak hareketli, bilişsel olarak aktif bir yaşam tarzı öneriyor.
Dünyada 40 milyon Alzheimer hastası var ve bu sayının 2050
yılında 150 milyona kadar çıkacağı düşünülüyor. 100 yıldan uzun
süre önce tanımlanmış bir hastalık olmasına rağmen henüz bir
tedavisi yok. Çünkü hastalık başladığında değil, ancak belirti
gösterdiği geç bir evrede teşhis edilebiliyor. Biliminsanları
hastalığın daha erken teşhis edilebilmesi ve yıkıcı evrenin
geciktirilmesi için araştırmalarını sürdürüyor ama hâlihazırda
milyonlarca insan bu hastalıkla boğuşuyor.
Peki Alzheimer’a yakalanmamak mümkün mü? Tedavi için umut veren
gelişmeler var mı? Ailemizde Alzheimer hastası varsa bu bizim de
Alzheimer olacağımız anlamına mı geliyor? Alzheimer hastası
yakınlarımıza nasıl yardımcı olabiliriz?
Bugüne kadar kendisine hep Covid-19 salgını dolayısıyla mikrofon
uzattık ama esas uzmanlık alanı Alzheimer olan, Alman Sağlık
Bakanlığı Nörodejeneratif Hastalıklar Merkezi Laboratuvarı’nda
Alzheimer üzerine çalışan ekibe liderlik eden genetik ve sinir
bilim uzmanı Doç. Dr. Çağhan Kızıl’la konuştuk.
Alzheimer’ı konuşmaya geçmeden önce, nörolojik
hastalıkların genel şemasını anlatabilir misiniz?
Nörolojik hastalıkların tümünün insanın merkezi sinir sistemi
yani bilişsel kapasitesi, aklî işlevleri üzerine etkisi olduğu
düşünülüyor. Bildiğimiz kadarıyla 600’den fazla nörolojik hastalık
var. Örneğin beyinde iltihaplanma, menenjit, belli tip kanserler de
nörolojik patoloji yaratan hastalıklardan. Ama bizim demans olarak
tanımladığımız nörodejeneratif hastalıklarda sinirler dejenerasyona
uğruyor ve zamanla yok oluyor.
Bunun hasta üzerindeki etkisi nasıl beliriyor
peki?
Bilişsel kapasite azalıyor, yani iletişim kurma, hatırlama,
günlük işleri yapma gibi elzem ve temel beyin işlevleri yavaş yavaş
ortadan kalkıyor. Bunlardan en önemlisi hatırlamama ve kişiliğin
değişmesi. Kişi farklı bir hafıza durumuna geçiyor. Demansı sadece
nörodejeneratif hastalıklar yaratmıyor. Örneğin bir beyin travması
geçirince, kafamızı şiddetli bir şekilde çapınca da kısa süreli
demanslar, yani hafıza kayıpları yaşayabiliriz. Demans kısa veya
uzun süreli, hızlı veya yavaş gerçekleşebilir.
Beyin bir bilgisayar gibi mi çalışıyor? Yani bir yere
çarpınca hafıza kartı siliniyor mu?
Beynimizde 90 milyara yakın sinir hücresi ile kan damarlarının
ve bağışıklık sisteminin hücreleri var. Sinirler birbiriyle
elektrik iletim mekanizması gibi bağlantılı bir ağ yaratıyor.
Beynin çalışmasını bir evin içindeki elektrik devresine
benzetebiliriz. Kablolardan biri fırını çalıştırıyor, diğeri
ışıkları vs. Konuşurken beynimin belli bölgeleri çalışıyor, cümleme
başlıyorum ve devam ederken cümlemin nerede başladığını da
hatırlıyorum. Ayrıca dün ne giydiğimi, bugünkü işlerimi,
konuşabildiğim dilleri hatırlıyorum. Bunlar istemli işlevler. Bir
de istemsiz işlevler var. Midem ben istemesem de çalışıyor,
istemesem de nefes alıyorum. Beynimiz bunların hepsini kontrol eden
elektrik devresi gibi.
ALZHEIMER, DEMANSLARIN YÜZDE 70’İNİ OLUŞTURUYOR
Doç. Dr. Çağhan Kızıl
Nörodejeneratif hastalıklara yakalandığımızı nasıl
anlayabiliriz?
Bunun etkileri erken aşamalarda fark edilmiyor. Örneğin yan yana
yüzlerce fiber optik kablosu şehre internet taşıyor. Bir tanesi
koptuğunda internet yavaşlamıyor ama 500 tanesi kopunca internetle
ilgili sıkıntı yaşıyoruz. Nörodejeneratif hastalıkların oluşması da
böyle. Sinirlerin yavaş yavaş kopmasıyla bir yerden sonra
işlevsizlik başlıyor. Evdeki elektrik devresi örneğine dönersek,
devrede bir kopukluk olduğunda ışık yanmıyorsa devreyi tamir
edersiniz, ışık tekrar yanar.
O halde insan beyni için de devreyi tamir emek mümkün
değil mi?
Maalesef insan beyni bu tamiri yapamıyor.
Neden?
Bunun birinci nedeni beyin gelişiminin evrimsel bir süreç
olması. Beynimiz embriyo gelişiminde çok yüksek sayıda sinir
hücresi yapıyor, sonra bu düşüşe geçiyor. Sistem oturduğunda, yani
erişkin olduğumuzda yüksek işlev dediğimiz bilişsel işlevlere
ulaşıyoruz. Fakat sinirler yeniden yapılamıyor. Çünkü sinirleri
oluşturan hücrelerin var olduğu ortamı dışarıdan oluşturmak mümkün
değil. Bu da bir araştırma konusu aslında. İkinci neden, bu süreçte
sinirlerin ölmeye devam ediyor olması. Üçüncü neden ise kök
hücrelerin sinir hücresi yapmak yerine artık başka şeyler yapması.
Dolayısıyla Alzheimer hızla ilerliyor. Bu bir döngü, başında
patoloji var. Yani biz sinir hücresi yapmayı başarsak bile bu
patoloji sinir hücresi yapımını da bloke ediyor.
Böylece demans mı başlıyor?
Demans burada bir çatı isim, tıpkı kanser gibi. Kanserin
çeşitleri var ve her birinin tedavisi farklı. Demans da böyle.
Demans, travmatik veya psikolojik nedenlerle bilişsel kapasitenin
kaybolması demek. Kafanızı çarptığınızda, genetik olarak gelişen
bir Alzheimer nedeniyle de hafıza kaybı başlayabilir. Alzheimer,
demansın yüzde 70’ini oluşturuyor. Yani demansların çoğu
Alzheimer.
BAZI İNSANLARDA ALZHEIMER’IN KULUÇKA DÖNEMİNİN 20-30 YIL
SÜREBİLECEĞİ DÜŞÜNÜLÜYOR
Alzheimer’ı nasıl tanımlıyorsunuz?
Alzheimer ya da nörodejeneratif hastalıklar “progressive
disease” dediğimiz ilerleyen hastalıklar grubunda. Yani artış
evresine geçtiğinde hızla ilerliyor. Alzheimer’ın patolojisini ve
nasıl oluştuğunu biliyoruz. Genetik temelleri yavaş yavaş ortaya
çıkıyor. Geç yaşta ortaya çıkan, yaşlanmaya bağlı bir hastalık.
Henüz teşhis konulamayan bir dönemde kuluçkaya başlıyor. Bu dönemin
bazı insanlarda 20-30 yıl sürebileceği düşünülüyor. Bu nedenle de
müdahale şansı düşük. Çünkü bir insan 30 yıl boyunca bu hastalığa
karşı ilaç kullanamaz.
Alzheimer hastalığı kaç yıldır biliniyor, literatüre
nasıl geçmiş?
Hastalık Alman doktor Alois Alzheimer tarafından tanımlanmış.
1905 yılında unutkanlık ve kişilik değişiklikleri yaşayan 56
yaşında bir hastada görülmüş. Hasta üç sene sonra hayatını
kaybetmiş, ama bu arada benzer başka hastalar da gelmiş. Doktor
Alzheimer ve çalışma arkadaşları, bu hastalıktan ölen insanların
beyinlerinden aldıkları parçaları inceleyip deneyler yapıyor ve
demans olarak tanımladıkları bir çalışmayı 1907 yılında yayımlıyor.
Araştırmada, beyinde normalde olmaması gereken iki farklı yapı
görülüyor. Bunlar plak ve fibril oluşumu. Yani sinir hücrelerinin
şekli bozuluyor. 1960’lardan bu yana bilinen bu iki patolojik
altyapı Alzheimer’ın temelini oluşturuyor. Bunların hangi
proteinler tarafından yapıldığını da biliyoruz.
VÜCUT KENDİNİ KORUMAYA ÇALIŞIRKEN ASLINDA ZARAR VERİYOR
Nasıl oluşuyor bu proteinler?
Beynimize dışarıdan gelen bir şey yok. Vücudun normal işlevi
içinde kullandığı proteinlerden iki tanesi kendi işlevleri dışında
işlev kazanıyor. Plaklar iki hücrenin birbirine değmesini, yani
iletimi engelliyor.
Yani bir nevi kablo uçlarının birbiriyle temasını
engelleyen bant gibi, öyle mi?
Evet. Elektrik sinyali geçmediğinde hem hücre bir süre sonra
işlevini kaybediyor hem de ikincil etkiler ortaya çıkıyor. Vücut
plak yapısını yadırgıyor ve bağışıklık sistemi bunu yok etmek için
tepki gösteriyor. Fakat o tepki de zamanla kötü sonuçlar yaratıyor.
Vücut kendini korumaya çalışırken aslında zarar veriyor. Beyinde
bir enflamasyon oluşuyor ve plaklardan ayrı olarak o da hücreleri
öldürmeye başlıyor. Plaklar ile çok yavaş başlayan süreç böylece
hızlanıyor ve artık geri dönülemez noktaya geliniyor. Maalesef
hastalar da belirtileri bu dönemde yaşamaya başlıyor. Yani biz
hastaları hafızalarını kaybettiklerinde ya da kişilikleri
değiştiğinde görebiliyoruz.
Peki işlevini yitiren hücrelerin yerini doldurmak mümkün
olmuyor mu?
Hayır. Bir kere Alzheimer 70 yaşında başlamıyor. Yeni çalışmalar
çok daha erken başladığını ortaya koyuyor. Biz farkına varmıyoruz
ama belki 50’li yaşlarda başlıyor. Plakların oluşumu, hücre
yapılarının bozulması belki daha erken yaşa gidiyor. Oysa teşhis
bundan çok sonrası için mümkün olabiliyor.
ALZHEIMER’A KARŞI UYGULANAN İLAÇLARIN YÜZDE 99,9’U
BAŞARISIZ
Peki bilim buna müdahaleyi yapabilecek aşamaya yakın
mı?
Henüz değil.
Bu hastalığa karşı kullanılan ilaçların başarılı
etkileri yok mu?
Alzheimer’a karşı uygulanan ilaçların yüzde 99,9’u başarısız.
Bundan 30-40 yıl önce, ölen sinir hücrelerinin beyinde ürettiği
asetilkolin maddesi dışarıdan verilirse hücrelerin işlevi sağlanır
diye düşünüldü. Mantıklı bir bakış açısı, ama çalışmadı. Son 10
yıldır bağışıklık sistemine bakılıyor ve gerçekten de bağışıklık
sisteminin etkisi çok önemli. Bu kez bağışıklık sistemini baskılama
denendi ama bu da çalışmadı. Çünkü bağışıklık sisteminin de iyi ve
kötü olmak üzere ikili bir etkisi var.
Nedir o ikili etki?
Plaklar oluşmaya başladığında vücut bunu seziyor ve bağışıklık
sistemi hücreleri gidip o plakları yemeye çalışıyor. Bu iyi etki.
Ama bir zaman sonra o kadar çok plak oluyor ki, bağışıklık sistemi
çok çalışmaya başlıyor ve yapı kronik hale geliyor. Plakları yerken
bazı moleküller salgılıyor, onlar da kötü etkiler yaratıyor.
Bağışıklık sistemini baskıladığınız zaman bir şekilde iyileşme
görülebiliyor ama uzun vadede vücudun tepki vermesinin de önüne
geçiliyor. Yani bu da çalışmadı tam olarak. Üçüncü bir çalışma
olarak da plakların içindeki proteinlere karşı vücut bir antikor
tepkisi verebilir mi diye Alzheimer aşıları denendi. Bu çalışmalar
devam ediyor ama onlar da tam olarak çalışmadı.
Yani bu hastalığa karşı kullanılan hiçbir yöntemden
sonuç alınamadı, öyle mi?
Evet, çünkü burada bir kısır döngü var. Klinik çalışma
yapabilmeniz için bir hasta grubuna bir de kontrol grubuna
ihtiyacınız var. Ancak hasta grubunu belirleyemiyorsunuz çünkü tanı
konduğunda zaten çok geç oluyor. En iyi yöntem şu olabilir, siz
hasta olacak kişileri 15-20 yıl öncesinden bilirseniz onlarda hasta
grubu olarak ilaç deneyebilirsiniz. Bu kanserde kolay, belli
mutasyonlar işaret veriyor. Ama Alzheimer’da böyle değil. Hiç
mutasyonu olmayan insanlar ileride Alzheimer olabiliyor.
Dolayısıyla olası hastaları seçemiyoruz. Hasta olabilecek kişileri
seçmemizi sağlayacak teknolojiler yok. Bir insanda Alzheimer
çıkmadan 10-20 yıl önce bu hastalığı tanımlayabilir miyiz? Risk
faktörlerini ölçüp bir insanın Alzheimer olup olamayacağını yüzde
100’e yakın bulabilir miyiz? Şu anda araştırma ve çalışmaların ana
hedeflerinden biri bu sorulara yanıt bulmak.
ALZHEIMER’A KARŞI BİLİŞSEL KAPASİTENİN GELİŞTİRİLMESİ ÇOK
ÖNEMLİ
Araştırmalar nasıl yürütülüyor?
Birinci yöntem alınan kan örneklerine ölçüm ve analiz yapıp
riskli faktörleri yakalamak. Bir skor tablosu oluşturulabilir. Buna
göre yüzde 90 ihtimalle Alzheimer olacak kişilere erken aşamada
tedaviye başlanabilir. Bunun üzerine gidiliyor. Yani şehre giden
bin tane fiber optik kablosundan 300 tanesi koptuğunda ve iki
tanesi yenilendiğinde sonuç değişmez; ama 3-4 tanesi koptuğunda ve
iki tanesi yenilendiğinde sonuç değişir. Alzheimer’da da durum bu,
erken tanı erken müdahale.
Fakat erken müdahale ve erken tanı da çok zor değil mi?
Çünkü örneğin erken yaşlarda unutkanlık yaşadığımızda B12 vitamini
eksikliği tanısı konuyor. Başka belirtiler kendini gösterdiğinde
ise geç oluyor…
Kesinlikle, zaten asıl konu bunun nasıl yapılacağı. Üç metot
var. Birincisi görüntüleme. İşlevsel görüntüleme metotları
gelişiyor, küçük değişiklikleri çok daha erken görebilmemiz lazım.
Bir iki yıl öncesinde tanı koymak bile bir etki yaratabilir. İkinci
metot kandaki biyo-belirteçler. Belli proteinler yüksekse bu kişi
Alzheimer oluyor diyebilir miyiz? Bunun dışında hastalığın farklı
aşamalarında farklı seviyelere gelen belirteçler var, bunları
karakterize edebilir miyiz? Üçüncü metot da risk faktörlerini
dikkate almak. Alzheimer sadece genetik veya sadece sinir hastalığı
değil. Yaşlanmayla gelen bir hastalık olduğu için birçok başka etki
de Alzheimer’a katkı sunuyor. Alzheimer olan insanların çoğunun
diyabeti de var. Vücudun belli bir dengesi var. Bu denge
bozulduğunda erken yaşlarda ikincil etkiler olarak da Alzheimer’ın
başlaması ve hızlanması mümkün olabilir. Risk faktörleri tanımı
önemli.
Yaşam tarzını bir şekilde değiştirebilirsek Alzheimer’ın
oluşmasını azaltabilir miyiz?
Çok oturarak çalıştığımız bir iş ile hareket ederek çalıştığımız
iş arasında büyük fark var. Yine örneğin bilişsel kapasitenin
geliştirilmesi çok önemli. Bir araştırmaya göre eğitim seviyesi
Alzheimer’a yakalanma riskini etkiliyor. Örneğin eğitim seviyesi
üniversite düzeyinde olan insanlarda risk faktörleri daha az. Çünkü
bu insanlar belirli bir şekilde düşünerek, muhakeme ederek yaşıyor,
buna göre bir işte çalışıyor. Burada farkı yaratan akademik bilgi
değil elbette, bilişsel kapasiteyi teknik olarak kullanmak.
ALZHEIMER KADINLARDA ERKEKLERDEN DAHA FAZLA GÖRÜLÜYOR
Yani kafa işçilerinin nörolojik problemlerle daha az
karşılaşıp bedensel sorunlarla daha sık karşılaştığını, beden
işçilerinin ise daha az bedensel sorunla, daha çok nörolojik
hastalıkla karşılaşma ihtimalleri olduğunu söyleyebilir
miyiz?
Yatkınlık olarak evet, ama saydığınız ilk grubun Alzheimer
olmayacağını gibi bir genelleme yapamayız elbette. Evet,
Alzheimer’da eğitim seviyesi bir risk faktörü. Ama sigara da riski
artırıyor. Biyolojik cinsiyet hakeza.
Nasıl yani?
Alzheimer kadınlarda erkeklerden daha fazla görülüyor. Bunlar
korelatif çalışmalarla tespit ediliyor. Keza hastaların beslenme ve
diyet alışkanlıkları araştırılıyor ve ortak noktalar var mı diye
bakılıyor. Ayrıca uzamsal çalışmalar yapılıyor. Belli
popülasyonlardan 500 veya bin kişi seçilip 30 yıl boyunca takip
ediliyor. Altı ayda bir kan örnekleri alınıp değişikliklere
bakılıyor.
Bu verilerle ne yapılıyor peki?
Bu insanlardan bazıları muhakkak Alzheimer da oluyor. Bu kez
geriye dönüp kan örneklerinde diğerlerinden farklı ne var diye
bakılıyor. 60 yaşında Alzheimer olan bir insanın hastalığı 30
yaşında başlıyor ama o zaman bu bilinmiyor. Uzamsal çalışmalarla,
“geçmişe dönük belli bir yaş aralığındaki kişilerin Alzheimer olma
risklerini hesaplayabilir miyiz ve müdahaleye başlayabilir miyiz”
diye bakılıyor. Örneğin olası Alzheimer hastalarının beslenmeleri
düzenlenerek hastalığın etkileri azalabilir mi? Ya da
kardiyovasküler hastalıklar Alzheimer’ı artırıyor, burada bir
müdahale olabilir mi? Hastaları erken tanımak Alzheimer’ı önlemek
için değil, yavaşlatmak için de önemli.
ALZHEIMER BELİRTİLERİNİ YORGUNLUK VEYA B12 EKSİKLİĞİNE BAĞLAMA
YANILSAMASI YAŞAYANLAR VAR
Alzheimer’ın bir tedavisi yok ve şu anda yavaşlatmak da
mümkün görünmüyor. Peki o halde erken teşhis ne işe
yarar?
Çünkü Alzheimer süreci hem hasta hem de yakınları için zor.
Psikolojik yükü ağır. Bir zaman sonra hasta kişiliğini kaybediyor.
Üstelik bakımı da maliyetli. Dolayısıyla klinisyenlerin yapmaya
çalıştığı, bu hastalığı yavaşlatabilmek. Klinisyenlerin, bilim
insanları ile birlikte yapmaya çalıştığı ikinci şey ise hastalığın
patolojik moleküler temelini bulup etkili ilaçlar geliştirerek geri
dönüşü sağlamak. Alzheimer’ın kuluçka aşaması çok uzun, birçok
insan bu aşamada kalıyor. Örneğin insanlar ayakkabısını
bağlayamıyor, anahtarını tutmaya çalışırken yere düşürüyor veya
birilerinin ismini hatırlamıyor. Ama Alzheimer belirtilerini
yorgunluk veya B12 eksikliğine bağlama yanılsaması yaşayan insanlar
var. Bazen de insanlar bu durumu kendine bile itiraf etmiyor,
başkalarına da söylemiyor. Dolayısıyla bu aşama çoğu zaman
kaçırılıyor. Hastalığın ikinci aşamasına gelip de bilişsel kapasite
azalınca insanlar doktora gidiyor.
Peki her unutkanlık anında aklımıza Alzheimer mı
gelmeli?
Bir seçenek olabilir ama asıl belirtiler kişilik ve davranış
biçimlerinin radikal şekilde değişmesi. Yani doğuştan unutkan
birinin ilerleyen yaşlarda unutmaya devam etmesi Alzheimer olduğu
anlamına gelmez ama her şeyi çok iyi hatırlayan bir insan yavaş
yavaş bir şeyler unutuyorsa, bu önemli. Çok sakin bir insan sinirli
oluyorsa ya da tam tersi yaşanıyorsa dikkat etmek gerekiyor. Erken
teşhis şu nedenle de önemli: Sadece anahtarını tutamayıp düşüren,
hafif unutkanlıklar yaşayan bir kişinin hastaneye gitmesi,
nörologla görüşmesi, MR çektirmesi hem pahalı hem zor. Ama eğer çok
basit testler geliştirilebilirse ve o aşamalarda bu insanların
taraması yapılabilirse çok erken aşamada rehabilitasyona
başlanabilir. Hasta olacak bir kişiye beş yıl önce müdahaleye
başlayabilirsek hastalık daha yavaş ilerliyor. Örneğin kötüleşmenin
başlaması bir yıl sürüyorsa, ilaçları erken kullanınca bu iki-üç
yıla çıkabilir.
SİGARAYI BIRAKMAK, AKTİF BİR YAŞAM TARZI SÜRDÜRMEK, BİLİŞSEL
KAPASİTEYİ ARTIRMAK VE DİYETE DİKKAT ETMEK GEREKİYOR
Ailesinde demans ya da Alzhemier hastası olanlar örneğin
50 yaşından itibaren çeşitli testlere başlamalı mı? Ya da ne
yapmalı?
Bildiğimiz kadarıyla Alzheimer’ın üçte birini, risk faktörlerini
değiştirerek azaltılabiliyor. Yani sigarayı bırakmak, hareketli ve
aktif bir yaşam tarzı sürdürmek, bilişsel kapasiteyi artırmak ve
diyete dikkat etmek gerekiyor. Risk faktörlerinin üçte ikisine ise
müdahale edemiyoruz. Çünkü bilmiyoruz. Bu üçte ikinin küçük bir
kısmı ise genetik. Alzheimer’ın yüzde 10’unun genetik olarak
temelini tanımlayabiliyoruz. Ama bu, tüm Alzheimer’ın yüzde 10’u
genetik demek değil. Alzheimer’a neden olduğu bilinen yaklaşık 30
tane gen var ama bizim 22 bin genimiz var. Alzhemier ailesel ve
sporadik olarak ikiye ayrılıyor. Ailesel diyebilmemiz için birinci
derece aile üyelerinde ve her jenerasyonda bu hastalığın görülmüş
olması gerekiyor. O kişilerde risk faktörü yüksek ama şimdilik
yapılabilecek teknik bir müdahale yok.
Yani ailesel yatkınlığı olan insanlar elleri-kolları
bağlı, bu hastalığa yakalanıp yakalanmayacaklarını mı
bekleyecekler? Yapacak hiç mi bir şey yok?
Bir kere yaşam tarzlarını düzenlemeliler. Sık sık nöroloğa gidip
kontrol yaptırmalılar. Bağışıklık sisteminin sağlıklı olması
gerekiyor. Yani daha az toksik madde, sağlıklı beslenme, aktif bir
bilişsel kapasite, fiziksel egzersiz, yürümek, hareket etmek; tüm
bunları bir yaşam tarzı haline getirmek önemli. Hareket ettikçe
beyinde yeni sinir hücreleri oluşuyor. Akdeniz diyetinin Alzheimer
yaygınlığını azalttığına dair büyük korelatif çalışmalar var ama
bir kesinlik henüz yok. İnsanlar yeni ortamlara girdiğinde, yeni
bir dil öğrendiğinde, yeni bir kitap okunduğunda bilişsel
kapasiteleri artıyor. Yani işleyen demir ışıldar sözü beynimiz için
de geçerli. Ama “şunu yaparsanız Alzheimer olmazsınız” diye bir şey
söyleyemiyoruz. Dünyadaki yaygınlığa baktığımız zaman 60 yaşın
üstündeki 10 kişiden, 75 yaşın üstündeki beş kişiden, 85 yaşın
üstündeki üç kişiden biri Alzheimer. Yani 50’li yaşlarındaki 10
kişilik bir gruptaysak, içimizden biri mutlaka Alzheimer olacak,
daha uzun yaşarsak üç kişi olacak.
Peki “Türkiye’de Alzheimer tedavisi daha ilkel; ama
Avrupa’da, ABD’de gelişmiş tedaviler var” denilebilir
mi?
Hayır, üç aşağı beş yukarı her yerde aynı, zaten tedavisi yok.
Sadece tanı yöntemleri, sağlık sistemine erişim ve toplumsal bilinç
açısından farklılık olabilir. Örneğin demans bizde utanılacak bir
şey gibi düşünülüyor. Doktora bile gidilmiyor, saklanıyor. Öyle bir
süreçte bir iki yıl bile çok önemliyken o yıllar kaybediliyor.
Kanser olunca kimse saklamıyor, normal bir hastalık olarak
düşünülüyor. Alzheimer da öyle olmalı.
HASTALIK TANISI ALANLAR YALNIZ KALMAMALI, SEVDİKLERİNE
SARILMALI
Hastalığın başlama ve yayılma evreleri zamanla nasıl bir
sürece evriliyor?
Sinir hücreleri ortadan kalktığı için önce bilişsel hafıza,
motor hareketler gibi belli işlevler yok oluyor. Ama daha ilerleyen
aşamalarda kişilik değişimi ve başta bahsettiğim istemsiz işlevler
de kayboluyor. Çoğunlukla son aşamalarda zaten solunum, organ
yetmezliği yaşanıyor. Çünkü iç organlarımızı kontrol eden sinirler
de işlevsiz hale geliyor. Hastalar zayıflayıp çoğunluğu ikincil
etkenlerden, yani enfeksiyondan ya da solunum yetmezliğinden
hayatlarını kaybediyor. Son aşamalar ağır, çünkü beyin öyle bir hal
alıyor ki, şiddet de ortaya çıkabiliyor.
Peki demans veya Alzheimer tanısı alan bir kişi ve
yakınları o andan itibaren ne yapmalı?
Teşhis konduktan sonra Alzheimer hastalarının depresif bir
dönemleri oluyor. Genellikle kendi başlarına kalıyor, kendi
içlerine çekiliyor, iletişim kurmuyor ve hareketsiz kalıyorlar. Tüm
bunlar da Alzheimer’ı tetikliyor. Dolayısıyla hasta yakınlarının,
özellikle teşhis konduktan sonra hastanın yaşam tarzını
düzenlemeleri çok önemli. Hastalara anti-depresan ilaç da veriliyor
ama bu durumda önemli olan hastanın sevdiklerine sarılması. Tabii
yakınlarına da büyük bir sorumluluk düşüyor. Süreç ne kadar çabuk
kabullenilirse o kadar etkili olur. Yanındaki insanlar, bakım
verecek olanlar öncelikle bilinçlenmeli. Nasıl müdahale ve mücadele
edebileceklerini öğrenmeliler. Türkiye’de hasta dernekleri ve halk
sağlığı merkezleri var, buralara danışabilirler. Ayrıca
gerektiğinde müdahale edebilecek profesyonel kişilerle iletişim
kurmalılar. Hastanın yalnız kalmasına izin vermemeliler, hâlâ aktif
bir yaşam sürmesini sağlamalılar. Morali yüksek olmalı, tek başına
kalıp depresyona girmemeli hasta. Sosyalleşme çok önemli. Hastayı
eve kapatmak değil, onu olabildiğince sosyal hayata katmak
gerekiyor.