Çağımızın Don Quijote'si: Sahtekâr

Javier Cercas'ın kaleminden 'Sahtekâr', Everest Yayınları tarafından okurla buluştu. Kurmacanın gücüne inandığını dile getiren Cercas, gerçek bir hayat hikâyesinin peşine düşerek bir sahtekârın yarattığı ‘sahte hayat’ın içine hapsolmuş gerçekleri araştırıyor. Cercas’la birlikte Enric Marco örneği üzerinden birçok şeyi gözden geçiriyor, kendi inançlarımızı sorguluyoruz. En çok da gerçek ve yalan arasında nerede durduğumuzu.

Abone ol

İspanyol edebiyatı yazarı ve profesörü Javier Cercas’ın yankı uyandıran eseri 'Sahtekâr', Gökhan Aksay’ın çevirisiyle Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Cercas, kendisine kurmaca bir mazi yaratarak herkesin saygısını ve hayranlığını kazanan Enric Marco’nun hayat hikâyesini, onunla gerçekleştirdiği mülakatlar üzerinden ve farklı perspektiflerden bakarak anlatıyor. Büyük bir oyunun perde arkasını aydınlatırken okurunu da tartışmaya dahil ediyor: Enric Marco gibi sahtekârlar da anlaşılmayı hak ediyor mu?

Çağdaş dünya edebiyatının önemli isimlerinden Javier Cercas, çok yönlü bir yazar. Öykü, deneme, makale ve roman türünde verdiği eserlerin yanı sıra gazete yazarlığı yapmakta ve Gerona Üniversitesi’nde İspanyol edebiyatı dersi vermekte. On dört dile çevrilen, birçok ödül kazanan ve aynı zamanda yazarın Türkçeye çevrilen ilk kitabı olma özelliğini taşıyan üçüncü romanı 'Salamina Askerleri'nden sonra adından sıkça söz ettirdi Cercas. Onu, daha çok dilimize çevrilmiş romanlarıyla, ‘kurmaca yazarı’ kimliğiyle tanıyoruz. Kendisi de kurmacanın gücüne inandığını dile getiren yazar, bu defa gerçek bir hayat hikâyesinin peşine düşerek Enric Marco’yu kaleme almış. Fakat bu ‘gerçek hikâye’, aslında kurmacanın ta kendisi. Bir sahtekârın yarattığı ‘sahte hayat’ın içine hapsolmuş gerçekleri araştırıyor Cercas. Kitabın başından sonuna dek şeffaf bir duruş sergilemiş. Zihninden geçenleri, kitabı yazma sürecini, hislerini, izlenimlerini, ikilemde kaldığı anları okurla paylaşmış. Bu samimiyet, okura, yazarla birebir muhatap olduğunu hissettiriyor. Cercas’la birlikte Enric Marco örneği üzerinden birçok şeyi gözden geçiriyor, kendi inançlarımızı sorguluyoruz. En çok da gerçek ve yalan arasında nerede durduğumuzu.

Kitabın giriş cümleleri, okuru henüz hikâyenin başında yakalayacak türden. Hem anlatılacak hikâyeye yönelik merak uyandırıyor hem de yazarın Marco’nun hikâyesini yazmak hususunda ikilemde kaldığını ortaya koyuyor: “Bu kitabı yazmak istemiyordum. Neden yazmak istemediğimi de tam olarak bilmiyordum (...) Sonunda bu kitabı unutamamış olsam da, bu süre boyunca başka iki kitap yazdım. Aslına bakarsanız, o iki kitabı yazarken, bir anlamda bu kitabı da yazıyordum. Belki de, bir anlamda, bu kitap beni yazıyordu.” (s. 11)

Cercas, kitabın birinci bölümü “Soğanın Kabuğu”nda, bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiğinden bahsetmiş. Sancılı bir süreç bu. Hatta karar verme sürecinin, kitabı yazma sürecinden daha sancılı olduğunu söylemek mümkün. Enric Marco gibi bir sahtekârın hikâyesini ‘gerçekçi’ yazmak yahut ‘gerçek bir hikâye’ olarak sunmak, kolay iş değil. Cercas, bu kitabı yazmak istememe sebebinin ‘korku’ olduğunu söylüyor. Bunu belirttiği kısım kitabın ilk sayfasında yer alsa da, kitabının ilk paragraflarının yazdığı son paragraflar olduğunu ifade etmiş. Tam da bu nedenle bu kitabı yazma isteğine karşı uzun bir süre neden direndiğini, kitabını tamamladığı sırada çok daha iyi bilmekte, anlamlandırabilmektedir.

DOĞRULARLA YOĞRULMUŞ YALANLAR

Kimdir Enric Marco? Yıllarca Hitler Almanyası’nda kaldığını, Nazi kampından kurtulduğunu, ülkesinde Franco rejimiyle mücadele ettiğini iddia eden Barselonalı bir sahtekâr. İddiaları sayesinde halkın güvenini ve saygısını kazanmış, İspanya İç Savaşı sonrasında onurlandırılmış. Üç yıl boyunca, kamptan kurtulan İspanyolların kurmuş olduğu Amical de Mauthausen’de yöneticilik yapmış. Sürgüne gitmediği ve Nazi kampında bulunmadığı Benito Bermejo tarafından ortaya çıkarılana dek, yüzlerce konferans ve mülakat vermiş.

Peki ‘gerçek’ Enric Marco kimdir? Annesi akıl hastanesine kapatılmış, onun sevgisinden yoksun büyümüş bir çocuk. Herkes gibi sevilmek, beğenilmek, sayılmak istemiş. Ortalama bir hayatı ‘kahramanca’ yaşanmış bir hayata çevirmiş. Kendisini, ‘hafıza sektörünü kullanarak’ ülke tarihinin bir simgesi hâline getirmiş. Almanya’ya gitmiş gitmesine fakat Almanya’nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında orayı terk etmiş. Franco rejiminde her İspanyol nasıl yaşadıysa o da öyle yaşamış. Franco öldüğünde ise özgürlüğün dönüşünü kutlamış, cumhuriyetçi gençliğinin üzerindeki toprağı atarak ‘kurmaca geçmişini’ inşa etmeye başlamış. Doğum tarihini bile, İkinci İspanyol Cumhuriyeti’nin ilanından ‘tam’ on yıl önceye denk gelsin, böylece ülke tarihiyle kişisel tarihi arasında bağ kursun, insanları daha kolay etkileyebilsin diye değiştirmiş Marco.

Cercas, Enric Marco’nun geçmişini kurmacadan arındırmak niyetindedir; kendi tabiriyle, tıpkı bir soğanın kabuğunu soyar gibi yapacaktır bunu. Önce onu tanıyanların görüşlerine başvurur, onunla ilgili çekilmiş filmi değerlendirir. Sonra onunla görüşmeye, kayıt yapmaya başlar. Arşiv belgelerini araştırır. Bir yanlış bütün doğruları götürebilir mi? Bir yalan gerçeklerle inşa edilebilir mi? Cercas ve Marco’nun ilişkisi, bu sorular üzerine inşa edilir. Cercas’ın özellikle üzerinde durduğu nokta, Marco’nun geçmişindeki hakikat parıltılarıdır: “Ya gerçeklik? Gerçeklik, Marco’nun biyografisini soğanın kabuğu misali kat kat soyarken keşfettiğim üzere, bu yalan silsilesinin doğrularla yoğrulmuş olduğudur.” (s. 105)

Defalarca, Marco’yu yeni bir âlem, yeni bir kimlik kurma hususunda Don Quijote ile ilişkilendirdiğini söylüyor Cercas. “Don Quijote’nin hem komik hem de kahraman, hem aklı başında hem de deli olması gibi, hem düzmece hem de gerçek bir kahraman, hem kahraman hem de alçak bir adam olamaz mı?” (s. 400) diyor onun için. Alonso Quijano değil, Don Quijote olmak istemiş, Katalan gençlerinin kendisini hayranlıkla sevmesini, kahraman olarak görmesini arzulamıştı Marco. Üstelik anlattıklarında doğruluk payı da vardı, ülkesine hizmet etmişti. Bu nedenle, yalanları ortaya çıktıktan sonra dahi, hakkının teslim edilmesini talep etti.

Sahtekar, Javier Cercas, Çevirmen: Gökhan Akay, 440 syf., Everest Yayınları, 2020.

ANLAMAK HAKLI ÇIKARMAK MIDIR?

Bu kitapta, Marco’yu kurtarmak için elinden geleni yaptığından şüpheye düşer Cercas. Çünkü anlamak ve hak vermek arasındaki ince çizgide gidip gelmektedir. Deneme üslubuyla kaleme aldığı, felsefi anlamda farklı konuları sorguladığı satırlarda, tarih ve siyaset üzerine düşünmeye de sevk eder okuru. Tarihin zaten bu tarz sahtekârlar üzerinden ilerlediği fikrini akla getirir. Marco gibi foyası ortaya çıkarılmamış, saygın bir şekilde yaşamaya devam eden sahtekârların var olabileceğini düşündürür.

Cercas, asıl sorumluluğumuzun ‘anlamak’ olduğunu söylüyor. Düşünce ve sanatın, bizim sınırsız, muğlak ve çelişkili çeşitliliğimizi ortaya çıkararak, böylece yaradılışımızın haritasını çizerek, ne olduğumuzu keşfetmeye çalıştığına inanıyor. Örneğin, Shakespeare ya da Dostoyevski’nin, en ücra köşesine kadar ahlaki labirentleri aydınlatmakta olduklarını, psikopatlara ve zalimlere karşı merhamet duymamızı sağladıklarını düşünüyor.

Cercas, Teresa Sala adlı kadının mektubunda Marco için söylediği, “Onun davranışını haklı çıkaracak gerekçeler aramaya kalkarsak, kurbanların mirasını anlamamış ve aşağılamış oluruz” (s. 17) cümlesinden çok etkilenir. Aklına Primo Levi’nin “Anlamak, haklı çıkarmakla özdeşleştiği ölçüde, vuku bulan şey anlaşılmamış olabilir”(1) ifadesi gelir. Cercas, anlamak, haklı çıkarmak demekse, kimsenin Enric Marco’yu anlamaya kalkışmaya, böylece onun yalanını haklı çıkarmaya ve kibrini beslemeye hakkı var mı, diye düşünür. Marco’nun hakikatine kurmaca üzerinden ulaşmak mümkün değildi. Yalnızca hakikat üzerine inşa edilmiş, yaratıya ve fanteziye yer vermeyen bir hikâyeyle ulaşılabilirdi. Fakat, Marco’nun tam anlamıyla ‘gerçek’ olarak nitelendirilebilecek hikâyesi, hiçbir zaman bilinemeyecekti. Claudio Magris de kendisine, “Enric Marco’nun mahrem hakikatini, onun bir hayat yaratma ihtiyacını asla bilemeyeceğiz” demişti. Fernando Arrabal, yalancının hikâyesini yalan söylemeden anlatmanın mümkün olmadığını vurgulamıştı. Bu durumda, bu kitabı hiçbir şekilde yazamazdı Cercas, bunun bir yolu yoktu. Bir süre kitap yazma fikrini böylece rafa kaldırdı. Yeniden gündeme aldığında ise, hâlâ iyi yalancıların sadece yalanlarla değil, gerçeklerle de iş gördüklerini ve büyük yalanların küçük gerçeklerle imal edildiğini düşünüyordu. Bu bağlamda, Marco’nun anlattıklarını derinlemesine analiz etmiş. Daha önce onu tanıyanlardan, Marco’nun en sık kullandığı sözcüğün ‘gerçekten’ olduğunu öğrenmiş. Onunla gerçekleştirdiği bir mülakatın sonunda ise, hiç ‘gerçekten’ sözcüğünü kullanmamış olması dikkatini çekmiş. Bu küçük ama mühim detay, Marco’nun bir zamanlar ‘kahraman’ kimliğiyle yaptığı konuşmalarla yazar Cercas karşısında yaptığı konuşmanın farkını manidar bir şekilde ortaya koyuyor.

HAYIR DİYEN İNSAN

2012 yılında Cercas’ın bu kitabı yazmaya başlamasına kısa bir süre kala, Le Monde gazetesi, bir grup yazardan, yazmakta oldukları şeyi en iyi tanımlayacağını düşündükleri bir sözcük seçmelerini ve bir sayfalık bir yazıyla bu seçimin gerekçesini belirtmelerini istemiş. Cercas, ‘hayır’ sözcüğünü seçerek bir yazı kaleme almış. Bu yazıyı kitaba da yerleştiren yazar, okurunu yeni bir tartışmanın içine dahil ediyor: Hayır diyen insan kimdir?

Albert Camus’nün “Kimdir asi insan?” sorusuna “Hayır diyen insandır” cevabını vermesinden yola çıkıyor Cercas. Kendi kitaplarının büyük bir bölümünde ‘hayır’ diyen veya demeye yeltenen fakat bunu başaramayan insanların yer aldığını, dolayısıyla kitaplarının asi insanlar hakkında olduğunu söylüyor. Bu düşüncesine paralel bir şekilde 'Sahtekâr'a çeviriyor gözlerini. Bu kitapta hiç ‘gerçek’ kahraman, ‘hayır’ diyen veya demeye yeltenen insan yok mu, diye soruyor kendine. Barselona’nın varoşlarında yaşayan bir avuç genci, 1939 yılının başlarında ‘Frankocular’ şehre girdiklerinde, herkes ‘evet’ derken ‘hayır’ diyen Fernández Vallet ve UJA’lı arkadaşlarını hatırlatıyor yazar ve 21 gencin adını tek tek sıralıyor. Ardından, hafıza partisinin ortasında, hafıza sektörü olanca randımanıyla çalışırken Marco’yu ele veren Benito Bermejo’yu da ‘hayır diyen insan’ kategorisine dahil ediyor. Her şey ortaya çıktıktan sonra Marco’nun yanında duran, en küçük bir yakınma, en küçük bir memnuniyetsizlik belirtisi göstermeden onu seçen eşini ve iki kızını ise kahraman ilan ediyor.

Peki ya Marco? O, yalnızca ‘düzmece’ bir kahraman mı? Bugüne dek yalnızca üzerine yapışan sahtekâr etiketiyle yaklaşılmış ona. Kitabın görünür alçağı Marco, belki de görünmez bir kahraman. Yüksek sesle ‘evet’ demiş olduğunu biliyoruz fakat yüksek sesle ‘hayır’ da demiş olabileceğini düşünmüyoruz. Yazar, bu noktada yine Don Quijote ile ilişki kuruyor. Marco’da, tıpkı sıradan bir asilzade olarak sürdüğü hayata isyan ederek Narkissos gibi kendi ürkütücü hayalinin ışıltısında ölmemek için kahramanlara yaraşır yeni bir isim, yeni bir kimlik edinen, okuduğu kahramanlık romanlarını yaşamak üzere kendisini yeniden inşa eden Alonso Quijano misali bir yücelik olup olamayacağını sorguluyor. Çünkü Marco da sürdürdüğü hayatın yetersizliğine isyan etmiştir, ‘hayır’ demiştir. Cercas, Marco’nun yalanında bir kahramanlık olup olmadığını, bir dizi soruyla anlamaya çalışıyor:

“Hayatın zirvesi arkada kaldığında, olanı yaşamak artık onun için bir şey ifade etmediğinde, ama hâlâ yaşamak, herkese ve her şeye rağmen o güne kadar yaşayamadığı şeyi yaşamak istediğinde, Hayır diyen insanın total isyanı değil midir onunkisi? (...) Bizim ahlak anlayışımızın bütün kurallarına, bizim bütün birlikte yaşama normlarımıza, bize kutsal ve saygın gelen her şeye meydan okuyarak, hakikatle hayat arasında bir seçim yapmak zorunda kalmamış mıdır Marco? Hayatı seçmemiş midir? Onun devasa Eveti, devasa bir Hayır, nihai ve kesin bir Hayır değil midir?” (s. 401)

Marco, iyi yalanlar söylemiştir, gerçekle harmanlanmış iyi yalanlar. Kitabın farklı yerlerinde tekrarlandığı üzere ‘anasının gözü’dür o. Onun yalanlarında neyin yalan neyin gerçek olduğuna açıklık getirmek ne kadar zor olsa da, Cercas bunu Marco’yu ‘anlamaya başlayarak’ başarır. Sonunda, Marco’nun ‘daima evet diyen büyük bir suçlu’ olduğunu düşünür. Daha da önemlisi, eğer sohbetlerinde uydurma, narsist ve ‘kitsch’ bir hikâye yerine gerçek hikâyesini anlatmış olsaydı, İspanya’nın gerçek hikâyesini anlatmış olacağına inanır... 'Sahtekâr', gerçekle kurmacanın kesiştiği yerde, okuru tarafından ‘anlaşılmayı’ bekliyor.

Dipnotlar

  1. Primo Levi, bu ifadeyi, Bu da Bir İnsan’da, Auschwitz’e ya da Auschwitz’deki deneyimine değindiği satırların arasında kullanır.