Diken’de, tanzim satış kuyruğundaki insanları gösteren bir fotoğraftan hareketle “Kuyruktakiler” başlıklı birkaç satır yazmıştım geçen hafta. Duvar’daki salı yazısında ise, bizim muhitin insanları konusunu biraz daha kurcalamayı istiyorum. Sosyolojik tahliller iddiasıyla filan değil kuşkusuz. Tümüyle kendi deneyimlerimden hareketle, bölük pörçük, genellemelerle dolu, her genelleme gibi haklı itirazlarla karşılaşması muhtemel, yalnızca belli bir dini ve etnik aidiyete sahip insanlara ilişkin, amatörce gözlemler.
Bunu yapmayı istememin muhtelif nedenleri var. Bu satırları okuyanlar içinde, muhtemelen ‘muhafazakâr’ dünyadan az, buna mukabil az ya da çok o dünyanın bir yerlerinden çıkıp gelmiş çok insan vardır. Fakat tahmin ediyorum, hiçbir fikri olmayanlar da mevcuttur. Birkaç yıl önce çok sevdiğim bir arkadaşım “Bizim sülalede AKP’ye oy veren bir kişi bile yok,” demişti. Bunu, bir diğer arkadaşıma söylediğimde, o da “Vallahi bizde de olmayabilir,” deyiverdi. Olabilir tabii ama seçmenin yüzde 50’sinden oy alan bir partinin, bazı muhit ve ailelere hiç uğramamış olması benim açımdan şaşırtıcıydı doğrusu. Bu durum, konuyu seçme isteğimin bir nedeni.
Diğer neden, nicedir özenle ve elbette bilinçli bir biçimde yaratılan kamplaşmanın, bir kesimin diğerini ‘görme’ biçimlerini belirler hale gelmiş olmasında. ‘Saf’ her zaman vardı. Ancak bugünkü ‘saflaşma,’ ‘her zaman böyleydi’ tespitinin serinkanlılığıyla geçiştirilemez ölçüde, ürkütücü. Camiye yolu düşenler bilir; hoca namazın farzını kıldıracağı zaman, safların ‘sıklaştırılmasını’ ister. Arkadan öne doğru gelenler, omuz ve ayak hizalarına bakarak aralarında boşluk kalmayacak biçimde yan yana durmaya çalışır. Şimdilerde böyle bir şey yaşanıyor. Yolunuz düşmediyse de, futboldaki ‘barajı’ düşünün, işte öyle!
Oysa herhalde kabul edersiniz, çok daha sağlıklı olanı, yan yana duran insanların arasından ‘su sızması’dır. Aksi durum; eleştiriyi, özeleştiriyi ve hatta düşünmeyi engeller. Türkiye’nin hiçbir tarihsel felaketle yüzleşmemiş olmasında, bu konular gündeme geldiğinde safların aradan su sızdırmayacak ölçüde sıklaşmış olmasının payı yadsınabilir mi? Örneğin, ‘Ermeni meselesi’ mi dediniz; bir anda en laik olanla en dindar olanın omuzlarını birbirlerine yapıştırdığına tanık oluyoruz değil mi?!
Hâl böyleyken, belki bu tarz yazı denemeleri farklı yurttaş kesimleri arasında asgari bir iletişim dili doğmasına çok küçük de olsa katkı sunabilir. Birini, diğerine anlatmaya yardımcı olabilir. Sunmayabilir ve olmayabilir de; bunlar da ihtimal. Umut fakirin ekmeği. Hayatımda, ilk kez hiçbir işe yaramayan bir şey yapmış olmam! Ne olursa olsun, yaşadığımız sorunların kaynağı olarak gördüğümüz bir seçmen kitlesinin kimlerden oluştuğu, onların günlük yaşam pratikleri hakkında biraz daha fazla kafa yormaktan zarar gelmez sanırım.
Kimlerle karşı karşıyayız?
İlk soru: Cahil insanlarla mı?
Öncelikle şu ‘cahil insanlar’ söyleminin ne denli hatalı olduğunu iyice idrak etmekte yarar var. ‘Türkiye’de yaşayan yurttaşların bir kısmı eğitim alma hakkından yararlanamamıştır,’ demek başka bir şey; ‘halkımız cahil’ demek bambaşka. Formel eğitim tornasından geçmeyen ya da en vasatıyla tanışan çok insan olduğu doğru. Bunun bir ülke için büyük bir sorun olduğu da. İktidar partisinin eğitimli insanlardan pek hazzetmediği ve bunu sıklıkla dile getirmekten çekinmediği malum. Buna mukabil cehaletle mücadelenin yolu, herhalde eğitimsiz insanlara ‘cahil’ demekten geçmiyordur. Hele ki şu, ‘Oduna kömüre oy veriyorlar,’ sohbetlerinin hepimizi çok rahatsız etmesi gerekir. Vallahi ben, oduna kömüre oy vermeyen, buna mukabil iki kıytırık kadro için atmadığı takla kalmayan ‘akademide’ uzun yıllar geçirdim. Hangisi daha ahlaklı sizce? Muhtaç bırakıldığı için kömüre oy veren yurttaş mı, yoksa kişisel çıkarı için her şeyi yapmaya hazır bir öğretim üyesi mi?
Türkiye’de, halkın cehaletini büyük başarıyla tespit eden ‘cingöz’ kesimler, kendi çıkarları için bir şey yapmıyor ve sürekli toplum yararına mı öncelik veriyorlar? Yoksa, olup bitenin tüm sorumluluğunu ‘cahil halka’ yıkıp ardından hiçbir düzeyde mücadele etmeyi göze almadan yan gelip yatmanın tadını mı çıkarıyorlar? Türkiye’de ortalama yurttaşın çok ciddi bir eğitim sorunu olduğuna kuşku yok; ancak, içine İlber Ortaylı kaçmış gibi önüne geleni cehaletle itham edip küçümsemek için de, doğrusu fazlaca bir eğitim şart değil. Eğitimin vasatı, sınıfsal kibrin çoğu, yeterli.
Ayrıca memleketteki milli eğitim tornasının kazandırdığı bilginin, eğitim adını hak edecek bir eğitim sayılıp sayılmayacağı da çok kuşkulu. Başka vesileyle yazmıştım; yalnızca okuma yazma öğrenip ilk-orta ve liseye gitmeseydim ve zamanı gelince SBF’ye kaydolsaydım, şu anda daha birikimli ve mutlu bir insandım. Edebiyat, sinema ve tiyatroyla. Formel eğitim bana tek bir sözcük katmadı. Demek ki eğitim almış görünmek tek başına yeterli değil. Robert Kolej’e giden bir çocukla, Habipler'deki ortaokulda okuyan, iki ayrı gezegende yaşıyor gibiler. Oysa istatistiklere bakıldığında ikisi de eğitim alan genç nüfus içinde sayılıyor.
Habipler’i boşuna seçmedim burada. Orada oturan ve çocuğunu ilkokullardan birine gönderen bir tanıdığım –ki kendisi ‘cahil halkın’ bir mensubudur!- anlatmıştı: Oğlu, yedinci sınıfta henüz okuma yazmayı tam manasıyla sökememişti. Öğretmeninin, çalıştığı okul ve semti hiç sevmediğini, hiç emek harcamadığını söyledi. Nitekim haklıydı ve çocuk, başka birinin çabası/emeğiyle bir yıl içinde sorununu çözdü. Nasıl, yeteri kadar ‘cahil halkımız’ örneği oldu mu? Çocuğun babası çeşitli ağır işlerde asgari ücrete çalışıp sık sık işsiz kalıyor, annesi de merdiven altı bir atölyede sömürülüyor. Haklarından söz eder etmez, aldıkları yanıt genellikle “Sen bilirsin, istemiyorsan çıkarsın” oluyormuş, merdiven altının sahibi olan sahtekârdan. İşte o muhitte en çok oy alan parti, AKP. Pek çok yoksul semtte olduğu gibi.
Başlarken söylediğim gibi kendi ufak tefek anı ve gözlemlerimle ilerleyeceğim; ama ondan önce belki şu durumu hatırlatmak iyi olur:
Bu yazının üzerinde durduğu/duracağı ‘muhit insanları,’ diğer yurttaş kesimleri gibi insan ve yurttaş. Öyle, nesli tükenen bir tür filan değil. Reşit, kaderi hakkında karar verme hakkına/yetisine sahip sıradan insanlar/yurttaşlar. Siyasal partilerin ve ortalama yurttaştan daha eğitimli olmayan siyasetçilerimizin çoğu zaman yaptığı gibi, omuzlar üzerinde taşınması gereken, sürekli pohpohlanan ve bazen de azarlanma ihtiyacı hissedilen mahluklar değil. Türkiye ahalisi eşit yurttaşlık bilincinden yoksun olduğu, daha doğrusu insanlar yurttaş olamadığı için, yönetenlerce mütemadiyen ergen muamelesi görüyor. Geçen perşembe kitap yazısında söz ettiğim Kanun-u Esasi’nin hazırlandığı dönemde hâkim olan ‘cahil ve güvenilmez halk’ fikri, yüz yıldır çeşitli biçimlerde sürmüştür. En güzel örneklerden biri, 12 Eylül 1980 Cuma günü, Resmi Gazete’de yayınlanan “1 Numaralı MGK Bildirisi”nin dilidir. İnternetten bulup okursanız, Kenan Evren’in yurttaş kesimlerine nasıl henüz reşit olamamış, kendi kaderi üzerinde karar vermekten ‘aciz insan’ muamelesi yaptığını görebilirsiniz! O dil, bütün tarihimize sirayet etmiş hâlde.
Dolayısıyla, özellikle seçim zamanı geldiğinde zirveye çıkan halk dalkavukluğunun da; olup biteni, toplumsal dönüşümü ve farklı muhitlerdeki insanların neler hissettiğinin anlaşılmasını zorlaştırdığı kanısındayım. Halk, ne cahil denilip küçük görülmesi, ne kahramanlaştırılması gereken, birörnek olmayan, çok farklı ilişki ağlarıyla ve sınıfsal aidiyetlerle sarmalanmış, hayli karmaşık bir ‘olgu.’ Eğer yoksulsa yoksulluğunun, eğitimsizse eğitimsizliğinin, duyarsızsa duyarsızlığının, acımasızsa acımasızlığının nedenleri var. Her biri, koşullarının, toplumsallığının ürünü.
Bir sonraki salı yazısında devam edeceğim.
Sonuç olarak, cahil halk söyleminin o çok şikâyet edilen cehaletin giderilmesine bir yararı olmadığı gibi, dillendirenler de belki sandıkları kadar eğitimli değildir.