Hem yalnız hem de yorgun olmak; hem son bahar olsa gerek hem de
sonbahar. Bu artık son baharsa eğer, içinden geçilecek olan
ilkbahar da olsa kime çare!
Bir gül fidanının, yaşamı boyunca verdiği yüzlerce gülden,
sonuncusu olmak gibi, yalnız olmak hemi de yorgun. Son yaprağı
dökülünceye kadar konuşan, kendisine dair anlatacakları olan ve o
son yaprakla ebedi sessizliğe bürünen bir beden. Gül vermeden kaç
yıl yaşar ki gül fidanı, yaşasa da artık yaşar mı? Hazan yaprağı, o
son yaprak olsa gerek…
İstemeyi özlemek, arzu edebilmeyi arzulamak, yalnız ve yorgun
olmak mı demek? Yoksa dünyayla aramızda kalan son bağ mıdır
kesilecek? On binlerce kez, çeviklikle yaptığın hamleyi yapamamak,
artık doğrulamamak. Gayrı, kılıç kalkanına uzanacak hal bırakmayan,
derin bir yenilmişlik duygusuyla, hiç gelmeyen o son darbeyi
beklemek. Kafamdaki kalabalıkları özlemek… Böylesi pek zormuş
yalnızlığın, pek de yavan: Hakkın sesi yenilmezliğinden olsa gerek.
Her şey olurmuş da insan, yalnız olamazmış meğer. Yalınızlıkla, tek
başınalıkla anlatılabilir bir şey değil… Dışarıda zaten kimsecikler
yok; yıllardır içeride yarattığın kalabalıksa, çekip gitmiş; bir
sen kalmışsın bir de o. Hep bir ölçü var ve o hep bir ölçü;
hakikati olmayan yalan bir yalnızlık bu, değiştirilemeyen.
Binlercesi ardından; kalkmayan, kaldırılmayan, kaldıramadığın tek
perde. “Ya ben seni, ya sen beni.”
Yaban ellerde, memleket tınısı taşıyan bir kelimenin getirdiği
sıcak duygu, yaşanabilecek tek yerken, kulakların ebediyen
mühürlenmesi gibi bir şey bu. Yazacak ne çok şey var ve nasıl da az
daha önce hiç yazılmamış olan. Bir ömür boyu beklediğin; belki
gelir diye, uğruna defalarca tomurcuk olup açtığın; gül kokulu
yapraklarını yoluna döktüğün sevgili, ya gelirse diye korkmak bu
defa… Çalma kapımı sevdiceğim, artık açamam; sana değil vurgun
kırgın bile değilim.
Rutini tekrarlamak yaşamak mıdır? Her gün aynı peyniri yemek,
aynı koltukta oturmak, aynı maskeleri takmak, aynı şikayetleri
tekrarlamak, aynı kişiden kaçmak, yaşamımızı kendimizle
karşılaşmamak uğruna örgütlemek. Bırakmalı mı, sağ göz sol göze
kastetmeye devam etsin diye? Tomurcuklardan son tomurcuk, güllerden
son gül ve nihayet yapraklardan son yaprak gittiğinde, gidenler
midir bizi en iyi anlatan, yoksa çıplak fidan mı ortalıkta
kalakalan.
Bektaşi ölmüş, burada neyse öte dünyada da o tabii. Allah’ı
arayıp duruyor, aynı zamanda sesleniyormuş:
“Neredesin! Burada da mı saklandın?”
Hesap soracak zahir. Neyse, onca yaygaradan sonra ortalık
sarsılmaya başlamış ve bir ses gelmiş derinden:
“Söyle ya kulum!”
Bektaşi’nin kuyruğu dik:
“Ömrüm boyunca seni aradım, bulamadım. Öldüm buraya geldim
burada da yoksun. Neredesin? Nerede saklanırsın? Çıksana
ortaya!”
Ses yanıt vermiş:
“Ben hep yanındaydım, ya sen neredeydin?”
İnsanın, bir kaygı ve umut varlığı olarak bir türlü şimdide
bulunamadığının eğlenceli bir anlatımıdır bu hikaye. Yol dediğin
nedir ki? Yenileceğini bal gibi bile bile, defalarca kılıç
kuşanarak er meydanına kendini atmak dışında bir çarenin, ve dahi
bir gayenin olmaması değil midir? Kendindeki ötekiyle bir türlü
kavuşamamışlık, halkanın bir türlü kapanmamasından arta kalan yarım
kalmışlık değil midir?
Bazen bir, bazen de yüzlerce milyon insanla, Tanrı’ya isyan
ettiğimizin hayalini kurarım zaman zaman. Günahsa günah,
kalabalıklaşsak keşke; bu nedenle bedel ödüyor olsam gerek. Arı
duru; mert; dengeli salınımlı; dürüst, hem de kendisiyle dürüst
milyonlar kılıçlarımızı saplasak toprağa ve haykırsak “Elimizden
gelenin en iyisi buydu!!!” Öylesine şüphesiz, öylesine emin bir
haykırışta evren ile uyum içinde, onunla nihayet rezone olmuş bir
biçimde. Ortaya çıkmazsa eğer; yine de biz, öylesine bir yaşam
kursak diyorum, öylesine insanca, onun Tanrı olmasının bir önemi
kalmasa; katılsa çaresizce aramıza. İnsanlığımızda eritsek
Tanrı’nın adını.
“Eşk dersin, men gelip Mecnun’a elan etmişem”
Heyhat!
“Biz kimük Ağam! Meclis O’nun meclisidür”