Budist Uygurca metinlerde görülüyor ilk çalmak fiili, vurmak manasında. 1073’e de gidiyor, Kaşgarlı Mahmud aynı manada açıklıyor, vurmak. “Aldı beni yere çaldı”daki manasıyla yani. Sonra 1300’lerde saz çalmaktaki manası görülüyor; Meninski de “boru çalmak”, “davul çalmak” diye kaydediyor. Hırsızlık anlamı için Nişanyan şöyle diyor: “‘Hırsızlık’ anlamı muhtemelen ‘bir parçasını kesmek, kırpmak’ fikrinden türemiştir. 18. yy’dan önce görülmez. • Benzer yapıda ve benzer anlam genişlemelerine sahip çak-, çat-, çap- fiilleri mevcuttur.”
Otogarlar eskiden kentleri anlamak için daha çok ipucu sunardı; firmaların çeşitliliği, otobüslerin marka ve modelleri, muavinlerin üstü başı, bekleşenlerin halleri, vedalaşmaların şiddeti, valizlerin şekli, garın marketi, seyyar satıcıları, büyüklüğü, kapısı, kapısızlığı, şoförlerin içtiği sigara, firmaların gar ofisleri, ofislerde ikram edilenler, neyin sebil neyin paralı olduğu, yolcu bekleyen hamallar, taksiciler, dolmuşlar. Hepsi bir şey söylemek için yan yana gelmiş gibiydi, bir cümle kuracaklar da okuyanını bekler gibi. Şimdi onlar da değişti, her yerde havaalanı var, otogarlar da mezarlıklar gibi iyice şehrin dışına çekildi, büyükşehirlerde firmalar kendi garlarını yarattı.
Kasabanın otogarına gidiyorsunuz kalabalık. Akşamüstü otobüsüne binip, yenilendiği iddia edilen (çarşı şubelerindeki adam uzun uzun klima övüyor babana) otobüsü bekleyeceksiniz ve makineden serin üflemesini umacaksınız. Daha sıcağa, karasal olmayan korkunç bir sıcağa gidiyorsunuz çünkü. Adını tatil koymuşlar, üstelik.
Sekiz saatlik yol bitiyor, otobüs fena değil, çarşı şubesindeki adamın mübalağa ettiğini tahmin etmiştin ama o kadar da kötü değilmiş, serin içi, muavin iyi, sıktığı fısfıs her defasında allak bullak ediyor ama o kadarını beklemiştin zaten. Gecenin bir yarısı iniyorsunuz nemden adını değiştirmek üzere olan kente, otogarı karmakarışık. O saatte bile dolmuş çığırtkanlarının sesi yankılanıyor her yerde. Bicibici satanlar tezgâhını kapamış, ileride bir tantunici açık, ağır bir yağ kokusu tütüyor sizin olduğunuz yere doğru. Tatil dedikleri eza, o saatte bile insanın göğsüne tekme atan rutubetle başlıyor işte. Denizin kokusunu uzaktan duyduğun için hafif bir neşe doluyor içine, ta ki dolmuş çığırtkanının sizi içeri davet eden sesini duyana kadar. Boyun kadar valizleri çekiştiriyorsunuz beraberce.
Seyahatin sonunda senin için evvelden düşünülmüş uygun arkadaşlar vardır; yaşlarınız yakındır, benzer okullarda okuyorsunuzdur, eh işte o da futbol oynamayı seviyordur, beraber eğlenmeniz, arkadaş olmanız, birbirinize faziletli şeyler öğretmeniz beklenir. Bunca şeyin bir arada beklendiği bilgisi ikinizde de durur, arkadaşın olması için heves edilen insanın da ailesi senin için ona aynı şeyleri söylemiştir. Eh katır değilsiniz ya, arkadaş oluverirsiniz. Birkaç itiş kakış firesi olur illa ki geçmişte ama belli bir zaman geçtikten sonra, o kadar sıkılırsın ki devamında sana dayatılandan, sevmezsen bile arkadaş olursun. O kısa zamanı, sayılı günü o ya da bu şekilde geçiriverirsin.
Bu yeni kentteki arkadaşın kepçe kulaklı, saçları kafasının tepesine yapıştırılmış gibi duran, gözlüklü, tahmininden daha çok sevdiğin yeni biridir. Müthiş hazırcevap, inanılmaz gözüpek, maceradan asla korkmayan hayallerdeki tatil arkadaşı. Ama bu kadar güzelliğin yanına çapak yaraşır. Arkadaşın belli bir zaman geçirdikten sonra (top oynadınız, ikinizin de dizi kanadı, denize girdiniz, ikiniz de kulağınızdan suyu aynı şekilde çıkardınız, okuldan söz ettiniz, evlerinizden bahsettiniz, kardeşlerinizi sevdiniz), sana o güne dek duymadığın acayip bir teklifle gelir. Devasa süpermarkete gidecek, naylon topla hakiki futbol topunun barkodlarını değiştirecek ve kasada kimse fark etmeden naylon top parasıyla hakiki futbol topu alacaksınız. Ona göre adı hırsızlık değil bunun, sadece küçük bir macera. Yoksa babasına söylese, o topu alır esasen. Ama söylemiyor gözüpek, cesur, hazırcevap, kepçe kulaklı ve gözlüklü yeni arkadaşım.
Aşırı buluyorsun bunu; maceranın kendisini değil, bu teklifsizliği, bu kısacık (ve kısacık olacağı bilgisi en başından belli) arkadaşlığın içindeki bu tuhaf teklifsizliği aşırı buluyorsun. Oyun bozmamak için, cesaretin zıddı olan korkaklığı kendine yakıştıramadığın için kasaya kadar yapılması gereken her şeyi yapıyorsun. Naylon topu bul, barkodunu sök etrafı kollayarak, hakiki futbol topu rafına var, gene etrafı kollayarak barkodunu sök, yeni barkodu yapıştır, hiçbir şey olmamış gibi neredeyse ıslık çalarak kasaya doğru yürü ve orada dur.
“Bundan sonrasına yokum,” diyorsun. Sonra yıllarca içini şüphe kemiriyor. Acaba sana o esnada korkak gözüyle baktı mı? Acaba hakikaten teklifsizlikten mi yoksa korkaklıktan mı yapmadın o “hırsızlığı”? Yapmadın ve Bach dinliyorsun bilmeden. Çalamamanın büyük coşkusuyla.