Can Candan: Toplumun bağımsız gazetecilik, bağımsız sanat gibi, bağımsız belgesel sinemaya ihtiyacı var

Yönetmen Can Candan ile belgesel sinemayı konuştuk. Candan, "Piyasanın yönlendirmesi ile belgesel sinema yapılamaz" dedi.

Abone ol

DUVAR - Altmışlı yılların sonunda İstanbul’da doğan Can Candan, Bursa’da büyür. Akabinde İstanbul’da yatılı olarak okuyan Candan, ortaokul yıllarında “fotoğrafı ve karanlık odayı” keşfeder. Liseden sonra burslu olarak ABD’ye, üniversite (Ekonomi) okumaya gitse de, fotoğraf tutkusu peşini bırakmaz. Bu tutku onu belgesel sinemaya ve ardından belgesel film üretimine sürükler. Candan, “1989’dan bu yana belgesel sinema öğrencisi ve üreticisi olarak tanımlıyorum kendimi” diyor. 

Sanatta yeterlik diplomasını da film ve medya sanatlarında alan Candan, çeşitli üniversitelerde dersler verir. Türkiye’ye dönünce önce Bilgi Üniversitesi’nde, ardından Sabancı Üniversitesi’nde çalışan Candan, on üç küsur yıldır da Boğaziçi Üniversitesi’nde görev yapar. “Duvarlar-Mauern-Walls/2000”, “3 Saat/2008”, “Benim Çocuğum/2013” isimlerinde üç belgesel film yöneten Candan, şu sıralar dördüncü belgesel filmi Nükleer Alaturka üzerinde çalışıyor.

Can Candan ile bir araya geldik ve belgesel film estetiği üzerine ne düşündüğünü, Türkiye’deki festival süreçlerinin nasıl işlediğini ve önümüzdeki günlerdeki programını konuştuk.

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Belgesel sinema tabii tüm sinemanın tüm alt alanları içinde gerçekle çok özel ve farklı bir ilişkisi olan bir alan. Aynı zamanda bir sanat dalı olarak yaratıcılık içeren, sadece kurmaca film ile değil, tüm sanat dalları ve ifade biçimleri ile etkileşim içinde olan bir alan. Bu, sanatçıyı kısıtlayan değil tam tersi besleyen bir durum. Yine de gerçek hayata ve gerçek insanlara dair söz söyleyen bir sinema olarak sanatçının omuzlarına etik açıdan farklı sorumluluklar ve beklentiler yükleyen bir alan belgesel sinema.

'BELGESELİN BİR KEZ TADINI ALANIN MÜPTELASI OLACAĞINI DÜŞÜNMEYE DEVAM EDİYORUM'

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Evet, maalesef üvey evlat gibi hissetmemize yol açan bir sürü deneyim yaşıyoruz. Bu da Türkiye’de üretmenin getirdiği zorluklardan biri. Ülkede belgeselin pek bilinmemesini ve önemsenmemesini aşmanın yolu da bence insanların belgesel ile hem seyirci olarak hem de üretici olarak haşır neşir olmasını sağlamak sanırım. Bunun için belgesel sinema dersleri veriyorum, üzerine yazıp çiziyor, konuşmalar veriyor, hem kendi belgesellerimin hem de belgeselci meslektaşlarımın belgesellerinin seyirciler için buluşması için çaba gösteriyorum. Benim başıma geldiği gibi, belgeselin bir kez tadını alanın müptelası olacağını düşünmeye devam ediyorum. Belgesel sinemanın, eğer bir benzetme yapabilirsem, değer açısından edebi türlerden bir farkı yok. Örneğin edebiyatta nasıl şiir, romandan daha değersiz değilse, sinemada da belgesel filmler kurmaca filmlerden daha değersiz değil. Herhalde aksini söylemek abesle iştigal olurdu.

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Evet, tabii, sinema tarihinin başında fotoğrafın arkasına takılarak gelen bir üretimden bahsediyoruz. Bir yandan belgeleme, hayatı olduğuna en sadık şekilde kaydedebilme çabaları, bir yandan da edebiyat ve tiyatronun arkasına takılarak gelen bir hikâye anlatma derdi. Belgesel sinema da bir ayağı belgelemede, bir ayağı hikâye anlatmada olan, içinde yaşadığımız tarihsel hayata dair söz söyleme üzerine deneylerin devam ettiği, oldukça dinamik ve heyecan verici bir sanat alanı. Ben de bu “gerçeğin temsili denemeleri” geleneğine 1980’lerden itibaren dahil olan ve bu geleneği başkaları ile paylaşmaya çalışan biri olarak görüyorum kendimi.

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel sinema da tüm sinemasal üretimler ve sanat çalışmaları gibi insanlığa, hayata dair bilgileri farklı şekillerde seyirci ile buluşturuyor. İnternet çağı doğal olarak belgesel sinemayı da etkiliyor, dönüştürüyor. Artık belgesel sinema sadece üretim araçlarına ve finansmana erişimi olan, “belgeselci” dediğimiz bir meslek grubunun yaptığı, sadece sinema salonlarında, festivallerde, televizyonda izlenen bir şey olmaktan çıkıyor. Yine de internette olsun, sinema salonunda olsun, belgesel sinemanın gerçekle, gerçek insanlarla - seyirci de dâhil - kurduğu ilişkiler, bu ilişkilerin estetik, politik, etik kaygıları temelde aynı. Mecra ve üretim şekilleri değişse de. İnternette şu anda belgesel sinemanın geniş yelpazesi içinde düşünebileceğimiz işlerle karşılaşıyoruz. Bu da çok doğal. Bunun dışında internetin getirdiği üretim imkanları özellikle çizgisel olmayan, yani oturup başından sonuna izlenmeyen, anlatısını bizim seçerek ilerletebildiğimiz yeni tür belgeselleri de (interaktif belgeseller) mümkün kıldı. Ayrıca internet, destekçi bulma (kitle fonlaması), uzaktaki seyirciye ulaşma gibi yeni imkanlar sunarken, belgesel üretim ve tüketim pratiklerine yenilikler katarak, belgesel sinemanın yelpazesini genişletmesine katkı sunuyor.

'DUYULMAYAN SESLERİN DUYULMASINA ARACI OLAN BELGESEL FİLMLER EGEMENLERİN İŞİNE GELMİYOR'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel sinema tarihinde, hem dünyada hem ülkemizde bunun çokça örneği var. Nasıl bağımsız bir basın egemenlerin işine gelmiyorsa, egemenleri, çeşit türlü iktidarları eleştiren; bastırılmış, duyulmayan seslerin duyulmasına aracı olan, insanları düşünmeye, sorgulamaya, eleştirmeye, itiraz etmeye, kabul etmemeye davet eden belgesel filmler de egemenlerin işine gelmiyor. Belgeselin üvey evlat muamelesi görmesi de bunun sonuçlarından biri. Sansürün, baskının çok farklı biçimleri var. Toplumun bağımsız gazetecilik, bağımsız sanat gibi, bağımsız belgesel sinemaya ihtiyacı var.

'PİYASANIN YÖNLENDİRİLMESİ İLE BELGESEL SİNEMA YAPILAMAZ'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Belgesel sinemacılar bunun hiçbir yerinde. Piyasanın yönlendirmesi ile belgesel sinema yapılamaz. Aynı şekilde herhangi bir sanatın da piyasaya göre yapılamayacağı gibi. Yapılırsa başka bir iş olur o. Eğer herhangi bir finansman alınabiliyorsa, bunun da bedeli parayı verenin düdüğü çalması oluyor genelde… Sanat alanlarının özgür ve bağımsız alanlar olarak korunması ve desteklenmesi gerekiyor. Tabii ki üretilen işlerin seyirciler ile buluşması konusunda internet mecralarına da sorumluluk düşüyor. Ne yazık ki, bu internet mecralarındaki Türkiye belgeselleri seçenekleri çok çok az. Eğer gerçekten belgesel sinemaya ilgileri varsa buyursunlar, Türkiye’de şimdiye kadar yapılmış olan ama çok az insanın bildiği ya da çok az izleyici ile buluşabilen belgeselleri seyirciler ile buluştursunlar.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Tabii günlerimiz sağlıklı kalabilmeye çalışırken, bir yandan da bizi yakından, uzaktan ama derinden etkileyen hak ihlallerini kahrolarak takip etmek, bunlara dair sesimizi çıkarmaya çabalamakla geçiyor. Evden çalışma lüksü olan biriyim. Derslere, öğrencilerimle çalışmalarıma, araştırmalarıma devam ediyorum. Aynı zamandan son birkaç yıldır, dördüncü uzun metraj belgesel film projem olan ‘Nükleer Alaturka’yı ilerletmeye çalışıyorum. Biliyorsunuz, orada bir köy var uzakta ve şu anda o köyde, Akkuyu’da, Türkiye’nin ilk nükleer santralini Rosatom (bakınız Çernobil) inşa etmekte. Özellikle devam etmekte olan Fukuşima felaketi sonrası gelişmiş ülkelerin nükleerden vazgeçtiği, çok daha güvenli, ucuz, etik, sürdürülebilir, alternatif ve temiz enerji üretim yöntemlerine yöneldiği nükleer-sonrası bir dünyada “herkes gider tersine, biz gideriz Rosatom’a Mersin’de nükleer santral yaptırmaya” durumundayız. Nükleer bir eşikte, toplumca uçurumun kenarına doğru yürümekteyiz. Peki biz bu noktaya nasıl geldik, bu noktaya gelirken yolda, nükleer tarihimizde neler yaşadık? Bu belgeselde anlatmaya çalıştığımız hikâye bu.