Bu yılki festivalde en çok gürültü koparan mevzulardan biri Netflix filmleri Okja ve Meyerowitz Stories’in de yarışmada yer almasıydı. Bu iddialı ve övülen iki filmin de yarışmadan eli boş dönmesi “Almodovar ikna edilemedi galiba” yorumlarına yol açtı.
Sinema dünyasının en prestijli olayı, sinemaseverlerin baş tacı, en sinemaki sinefilin bile kalbini pıt pıt çarptırabilen Cannes ödülleri bu yıl da sahiplerini buldu. 17-28 Mayıs’ta 70.'si gerçekleşen festival, film galaları, kırmızı halısı, partileri ve ödülleriyle yine gözleri, gönülleri açarak gitti.
Cannes’ın bir özelliği de, Oscar’dan çok daha muteber bir ödül sayılmakla beraber günlere yayılan kırmızı halı geçişleriyle de göz kamaştırması. Oscar törenindeki gibi sabaha karşı ekran başında çekirdek çitleyerek “kim şık kim rüküş” diye verip veriştirmesek de modanın yine bir ağırlığı ve pırıltısı var. Kırmızı halı faslında Victoria’s Secret mankenleri bu yılın en çok dikkat çekenleri arasındaydı. Özellikle Bella Hadid kâh safi kristal kostümü, kâh iç çamaşır göstermeci derin yırtmaç üslubuyla “en az giysiyle en çok hatırlananlar” arasına adını transparan harflerle yazdırdı.
Kapanış töreninden önceki “şekerli” olayların başında, Monica Bellucci’nin açılış töreninde Fransız komedyen Alex Lutz’u tutkuyla öperek adamcağızın aklını alması geliyor. Eva Green ve Emmanuelle Seigner’in Based on a True Story filmi için yapılan bir fotoğraf çekimi esnasında dudak dudağa verdikleri poz da diğer öpüşmeli olay. Hazır magazine girmişken haklarında bir süredir aşk dedikoduları fısıldanan Joaquin Phoenix’le Rooney Mara’nın kapanış töreninde gayet sevgili olarak arz-ı endam etmelerini ekleyelim. Çok da yakışıyorlar, hatta o deli deli bakan güzel gözleriyle akraba gibi değiller mi? Giderek tiklerine kadar birbirine benzeyecek, beraber elli yılı devirdikten sonra üçer hafta arayla öte tarafa göçecek bir çift izlenimi veriyorlar, nazar değmesin.
Cannes töreni yazısına böyle dedikodu dozu yüksek bir girişle başlamamın bir nedeni de yerimin dar olması mı acaba? Çünkü Oscar filmlerinin aksine Cannes filmlerini törenden önce izleme şansımız pek olmuyor, ağza çalınan bir parmak balla mübarek ekime (Filmekimi) kadar bekliyoruz genellikle. Sayılı ay çabuk geçer diyelim ve bu yılki Altın Palmiye’nin sahibi The Square’in yakında Başka Sinema’da gösterime gireceği haberiyle avunalım.
Bu yıl Pedro Almadovar’ın başkanlığını yaptığı jüride Jessica Chastain, Will Smith, Çinli oyuncu Fan Bingbing, ünlü yönetmenler Paolo Sorrentino, Park Chan-wook, Fransız oyuncu Agnès Jaoui, Alman yönetmen-senarist Maren Ade, ünlü besteci Gabriel Yared vardı. Sempatikliğinin kurtarmadığı aşırı Hollywood’lu plastiğiyle Cannes ortamında yabancılaştırma efekti gibi duran Will Smith’i azıcık kenara çekersek güzel bir jüri. Nitekim kararları da güzel oldu, ufak tefek hayal kırıklıklarıyla beraber son zamanların en adil bulunan törenlerinden birine imza attılar.
İsveçli yönetmen Ruben Östlund, kalplere taht kuran muhteşem Force Majeure’le, (Turist) 2014’te Cannes’da “Belirli Bir Bakış” ödülünü almıştı. Bu kez sanat dünyasında geçen bir kara komedi olan The Square’le Altın Palmiye’yi kapınca öyle cool’a falan yatmadı, havalara zıplamalı bir sevinç gösterdi. Müthiş enerjisiyle Roberto Benigni’nin yakışıklısı gibiydi adeta.
2007’de Yaşamın Kıyısında ile katılıp en iyi senaryo ödülünü aldığı Cannes’dan bu kez de eli boş dönmeyen Fatih Akın da sevincini gani gani yaşayanlardandı. Hamburg’da yaşanan bir bombalı saldırı sonucunda eşini ve çocuğunu kaybeden bir kadının hikâyesini anlatan Solgun’daki (Aus dem Nichts- In The Fade) rolüyle Diane Kruger en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Fatih Akın bu ödülü öyle bir “kendim alsam bu kadar sevinmezdim” edasında karşıladı ki… Diane de ödül konuşmasında Fatih Akın’a, “kardeşim, sahip olduğumu bile bilmediğim bir güç verdin bana” dedi. Çok güzel, değil mi?
Tabii törenden sonra sosyal medyada hem Fatih Akın’ın hem de Ruben Östlund’un “aşırılı sevindirik” halleriyle bol bol dalga geçildi. Bunun iki sebebi var bence: Sene olmuş 2017 iken, yüz yıllık ağır abi geleneğinden sıyrılıp duygularını gösterebilen zeki erkek yaşam formuna hala tam uyum sağlayamamış oluşumuz. İkincisi de bizde coolluğun böyle cimrilik gibi, sinsilik gibi bir şey olarak algılanması. Duygularını gösterme cimriliği, beğeni cimriliği, iltifat cimriliği, selam esirgeme, hatta cümlenin sonundan noktayı esirgeme! şeklinde seyreden bir nevi cimrilik. Bence bir şeyler hissetmenin çok zorlaştığı günümüzde, tabii gösteriş değil gerçekse, duygularını doya doya yaşayıp gösterebilmek, yeni cool. “Ruben Östlund fazla mı sevindi ne he he” diyenlere, “Adam Altın Palmiye almış, şu hayatta sevinilecek olay olarak daha iyi bir fikrin? Tövbe tövbe ya,” diyesim var, özetle.
Bu yılki festivalin en özel olayıysa kuşkusuz Sofia Coppola’nın güney gotiği The Beguiled’iyle festivalin yetmiş yıllık tarihinde en iyi yönetmen ödülünü kazanan ikinci kadın olması. 1961’de The Chronicle of Flaming Years’le ödül alan Sovyet yönetmen Yuliya Solntseva’dan sonra, bir kadının daha bu ödüle dokunabilmesi için elli altı sene geçmiş. Ne inanılmaz, değil mi? Yetmiş yılda -tahmin edilebilir nedenlerle- sayıları erkeklere oranla epey az olsa da, şöyle ya da böyle iyi filmler üretmiş onca kadın yönetmen ve sadece iki ödül... Bir dahaki sefere ilgili herhangi bir tartışmada dünyanın temel sorunlarından birinin toplumsal cinsiyet eşitsizliği olmadığı, herkeslerin aynı ölçüde ezildiği, mühim olanın insanlık olduğu yollu bir savla karşılaşırsanız bu örneği kibarca çarpabilirsiniz masaya mesela. “Kadından yönetmen mi olur,” gibi bir karşı savla karşılaşırsanız da zaten masayı terk edin, hesabı da oturanlar ödesin madem, kadın başınıza siz ödeyecek değilsiniz ya. Duygusal meselelere cömertçe harcadığımız içsel enerji ve gücümüzün bir kısmını yazmaya, çekmeye, oynamaya, üretmeye… ayırırsak dünya yerinden oynar sevgili kız kardeşlerim diye biraz daha coşarak tamamlamak isterim bu paragrafı.
Sofia Coppola’nın, Thomas P.Cullinan’ın aynı adlı romanından 1971’de uyarlanan Don Siegel filmine kıyasla bu yeniden çevrimde hikayeyi çok daha kadın odaklı hale getirdiği, The Beguiled’in, yönetmenin en feminist filmi olduğu söyleniyor. Merakla bekleniyor!
The Beguiled’in başrollerini Kirsten Dunst, Elle Fanning ve Colin Farrell’la paylaşan Nicole Kidman, 2017’nin en çok parlayan kadın yıldızı oldu. Çeşitli haberlerde “Kidmanassaince” esprisiyle söz edildi bu durumdan. Kidman iki yarışma filmi, bir bilimkurgunun yanı sıra bir mini diziyle (3. sezonunda oynadığı Top of the Lake) katıldığı festivalden eli boş dönmedi. Bir hafta boyunca kırmızı halılarda kuğu endamıyla salındıktan sonra ödül törenine katılamayan Kidman, Nashville’deki evinde çekip gönderdiği kısa ödül ve özür videosunda “perişanım,” diyordu, ödülü şahsen alamadığı için çok üzgündü. Bazı insanlar yapmacıklığa bile kendine özgü bir şahsiyet kazandırırlar, Kidman da onlardan bana göre, beğenirim. Bu yılki çıkışına da, ödülüne de sevindim.
Jeune Femme ile Altın Kamera’yı kazanan Leonor Serraille ve You Were Never Really Here’le en iyi senaryo ödülünü kazanan Lynne Ramsay, gecenin ödül kazanan şahane kadınlarından oldu. Ramsay ödülünü yılın heyecanla beklenen filmlerinden The Killing of a Secret Deer’le aynı ödülü alan Yorgos Lanthimos’la paylaştı. Ramsay’in filmi aynı zamanda, muhteşem olduğu söylenen performansıyla Joaquin Phoenix’e de (nihayet!) en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırdı.
Andrey Zvyagintsev’in Loveless’ıyla aldığı jüri özel ödülü ve Robin Campillo’nun AIDS konulu draması 120 Beats Per Minute’le aldığı jüri büyük ödülü, gecenin diğer önemli ödülleri.
Bu yılki festivalde en çok gürültü koparan mevzulardan biri Netflix filmleri Okja ve Meyerowitz Stories’in de yarışmada yer almasıydı. Bu iddialı ve övülen iki filmin de yarışmadan eli boş dönmesi “Almodovar ikna edilemedi galiba” yorumlarına yol açtı.
Mülteci krizi, Michael Haneke’nin Happy End’i başta olmak üzere, bu yılki festivalin öne çıkan temalarından biriydi. Ama bu temayı işleyen filmler de yarışmadan ödülle ayrılamadı.
Cannes festivali, bu yıl da giderek daralan ruhumuza ta Fransız Rivierası’ndan bir esinti saldı. Şimdi gelsin Filmekimi!